14 Aralık 2010 Salı

Satsuma aksaminda

Thames kiyilarinda terkettim seni,
Hermos kiyisinda bosuna bu bekleyis,
teselli edermi pessoa siirleri,
lizbon'un merdivenleri,
cafe brasileira, tejo,

tescilli bir ezber oyununa bilincli bir suruklenis,
alfama yokusuna dusen bir begonvil,
bir Lizbon aksaminda,
telefonda annemin sesi,

seni sevmenin saydam butunlugu icinde,
bir balad yaziyorum
yuzyillardir suregelen hukumlerin ustune,
tarihsel bir seruvenin taniklarini secerek
yikintilari sevmenin izlerini surerek
ustlerine adlarimizi gecerek,
sonrasi yok

ben bir Kyoto aksaminda,
Hiroshige'nin koprusunde
Van Gogh'la selamlasiyoruz,
yakasinda arles'dan koparilmis bir limon cicegi....
bir satsuma aksaminda....

Eylul olmali,London& 2010,C.CERIT

Bu boyle olmuyor............

uykum var
kac gundur ayakta,
adini sayiklamaktan bitkin,
adina uyanmaktan yorgun,

gunler gunleri takip ederken
araya giren Borgesvari labirentler,
Burgazada'daki Barmitzva,
Davit ve Gilda,
faytonlar,
badem sekerleri,
yaz dugunleri,
beyaz takim elbiseli mavi biyikli adamlar,
Rabbi Izak'in buyukbabamdan sozedisi,
sonra rotorlu kalkan banliyo trenleri,
onlarin sapkali konduktorleri,

yedi temmuz,
Endymion
iskelenin onunden gecen Rum Bandrali sileb,
Florya koskunun curumekte olan iskelesi,

iskelede buyukbabamin hayaleti,
iskelede iskemle
ve o,
oturdugum iskemleden
gorebildigim kadarini gordugum gercek,...

hikayenin burdan sonrasini sevmiyorum aslinda,
gundelik seylerin cekiciligine kapilmisken,
sonra ansizin sen cikip geliyorsun,
bir turlu seni iskartaya atamiyorum,
bir turlu seni ekarte edemiyorum,
neden boyle?
neden sensiz olmuyor?
sen kalemimde,
sen tenimde,
sen dilimde,
sen gozlerimde,
sen heryerdesin.............

bilmezsin hic, beni kirgin biraktin,
beni kirdin biraktin,
beni kizgin biraktin..........

hic olmuyor, bu boyle olmuyor,
"aramizda yasemin kokan
yildizli geceler var"..........

2010, Antigoni'de bit yaz aksami, C.CERIT

Taya Tan

bir muzik geciyordu omrumuzden,
icinden,
icine alamadigimiz seyler gecen,
adam akilli
asili kalirken,
hersey bir Fildisi Kulede
bir çiğ tanesine donusurken,
duserken,
gozlerinden,
sogukta ellerin usuyor olmali.........
buharlasiyor portren,
portmantoda asili
ceketin gitmis,
kokun dolaniyor
salonda yukselen muzikle birlikte,
taya tan, taya tan, taya tan....................

Nov. 2010, London & Bath C.CERIT

http://www.youtube.com/watch?v=88UA_gIRyZQ&feature=related

10 Aralık 2010 Cuma

bugun agladim , agladim.....

bugun agladim, agladim,
ama buyudugumude anladim,
sonunda, icimi sonsuz bir huzur kapladi........

30 Kasım 2010 Salı

CHELSEA'de yagmurlu birgun

ozeniyor gibisin,
hicte alisik olmadigin
bir sonbahara yaklasirken....
Prince Albert koprusunde

gokyuzu kizil ve yagmurlu
kizilcik receli hala dudaklarinda,
elinde turuncu bir semsiye,
alip basini gidiyorsun,
oyle bir basina,

Ballard okuman yalan,
Shanghai hikayeleri bosuna......

kopru kapatilmis,
tonajlari belirtilmis
gece butunuyle sana ait iken,
yagmur siddetini yitirirken,

Ne ariyorsun guneyde
sonra batida
suc sende,
baskasini suclaman bosuna

yalanlarin kendine,
suskunlugun kendine,
kalemin kendine

gectigin kopruler yetmemis besbelli,
jazzy bir gece seni beklerken,
sen cok uzaktasin aycicegi tarlalarindan,
Prince Albert Koprusunde bu bekleyisler boyunca....

October 2010 & Chelsea / London

Pink wings of Jane Austen

dort bir yana dagilmistim,
kendimi toplama endisesinden uzak,
Jane Austen romanlarinda
pembe kanatlarimda vurulmustum

giderek Thames uzerinden uzaklara
suruklenirken
pekte tahmin etmekte zorlanmadigim yarina,
gereksinim duymaksizin gerekliliginin yaninda,
simdi ozlem duymuyorum hicbirseye,

dun Angel'da bir adam gordum
bobrekleri elinden alinmis,
su kenarinda unutulmus,
Kanal oylece akarken kendine,

portakal baharlarina hazirim simdi,
sen olmadan da basarabilmenin anlamsizligi,
icimde sonsuz bir kis uykusuna yatmanin
dayanilmaz arzusu

sonra o uykudan uyanis,
annemim sesi,
hersey guzel olacak,
hersey guzel olacak.....................

Istanbul / 2010 C.CERIT

26 Kasım 2010 Cuma

forgive me............

bugun kendimi sensiz bir Boticelli tablosuna bakarken yakaladim,
Ne olur affet.........

hic hatirlamiyorum.....

hic hatirlamiyorum,
yagmur sonrasi bir salyangoza rastlayamamanin buruklugunu
hic hatirlamiyorum,
seninle ege'de yuzdugumuzu
hic hatirlamiyorum,
babamin guldugunu
hic hatirlamiyorum,
Tierra Del Fuego"da Katana'mi bulamadigimi
ve kana bulanmadigimi

hic hatirlamiyorum,
Katagana konustugumuzu
hic hatirlamiyorum,
Proust'tan sozettigimi
hic hatirlamiyorum,
elinin dudaklarimla bulustugunu,

hic hatirlamiyorum
Konak'ta saat kulesinin altinda bulustugumuzu
hic hatirlamiyorum,
sigarasiz sensizligi
hic hatirlamiyorum,
yasemin kokmayan bir Sevilla'yi
hic hatirlamiyorum,
portakal bahcesi olmayan adamlari,
hic hatirlamiyorum,
hangi Pessoa alter egosunu en cok sevdigini
hic hatirlamiyorum
bana nar aldigini,
hic hatirlamiyorum

sensiz bir Boticelli tablosuna bakmayi................

C.CERIT 2010, ARLES

Emma

Kuzeyde bir yerlerde
Alba olmali,
Savoy kani tasiyan bir kiz cocugu tanidim,
yirmiyedi yasinda var yok
tatli ustasi bir babasi,
unutulmus bir vodvil oyuncusu olan buyukannesi var,

onunla eski bir apartmanin terasinda karsilasmistik,
Istanbul yatiyordu altimizda
trabzandan tutunarak asagiya inen ince elleri,
elinden kayan Miro imzali fulari,
apartmanda yankilanan ayakkkabilarinin sesi,

yaninda Emmanuela,
kafasinda Londra'daki Fransiz Tegmen
kararsiz,
karmasik,
dusunceler esliginde Istanbul"a soyunurken
aramizda hersey henuz cok yeni iken,
ansizin terketti kenti,

o apartmana her adim atisimda,
onu izlerken buldum kendimi
alamiyordum onun cikik elmacik kemiklerinden,
ince parmaklarindan,
boynunu saran damarlarinin transparan dokusundan
kendimi,

araya gemiler,
sicak yaz geceleri,
bogaz ustunden gecen kaz suruleri,
taka sefalari,
Kayikci Laz Mustafa,
Isil'la Pasalimani maceralari,
bir iki Edward Hooper portresi,
nemfomanyak sairler,
karlar, kis kiyamet,
derken erguvanlar girdi.....

zaman akip gecti,
bogazin sularindan,
kentin altindan,
ustunden,

sonra ona Mayfair'de bir pubta rastladim,
anglo-saxon bir penny newspaper ciddiyetinde
kendisinin olmadigi bir hayati solurken,

soluk benzi,
sigarayi tutusu,
sesinin tonu
onu kolayca ele veriyordu.....

ayakustu konusurken,
gecistirirken o yasananlari
onu kaybetmenin huznunu
teselli edecek hicbirsey
bulamamistim,


saatlerce Thames boyunca yurudum
yurudum,
aglamadim artik
buyumustum,
seni seviyordum ben Emma,
Seni Seviyordum
Ben.......


Londra & 2010, C.CERIT

Alex....

Chelsea'den geciyordu yolumuz
birbirimizden habersiz,
ara bir sokakta,
aramizda olmayan birseyi
arar bir sekilde yakalmistik birbirimizi
o menekse bir hayaleti terketmis
ben kendimden gecmis
o kendinden vazgecmis
sokaklar boyunca

timsah derili ayakkabilarina
alman aksanina
hollanda pasaportuna ragmen
hicbirsey yerli yerine oturmazken
adini unuttugum bir Hansa kentinde yasiyordu
Lola adinda bir kiz arkadasi vardi,
yinede birseyler havada asili
cekim merkezinin disinda
biryerlerde kosullandirilmisti,

heryneyse,
bu Hansa kentide nereden cikmisti,
oysa ki pekala anlayabilirdim bu susuzlugun rengini,
insan su kenarinda yasarsa,
demek ki susuzluk
bu kadar keskin
ve
yakici oluyordu,

herneyse, timsah derili ayakkabili adamla
ortak noktamiz ne olabilirdi ki?
bunu Nietzche"ye baglamamin yakisiksiz alacagi gibi
sucu Sartre'a yuklememde
pek itibar kazandirmiyordu gozumde

Iste oyle bir geceydi
birbirimizi nedensizce cagirdigimiz
ve sonra nedensizce kayboldugumuz........

Chelsea / London, Ekim 2010, C.CERIT

20 Kasım 2010 Cumartesi

Out of Blue

Mavinin disinda biryerdeyim bugun,
King's Road'tan gecmeyen bir tren gibi,
hicbirzaman da atim olmamisti

cok sevdigim adamin dogumgununu unutmustum,
yine de elime sinen limon cicekleri
beni bir nebzede olsa uzaklastirdi benden,

dogru mu yapiyordum?
dogru yolda mi ilerliyordum?
bilmiyordum.......
Dogru neydi?
onu da bilmiyordum............

New York, 2010, C.CERIT

14 Kasım 2010 Pazar

Sirkeci Postanesinde I.Kattaki ilk nobetime uyaniyorum......

Uc Eylul, sonbahar
mektubundan bihaberdariz,
Sirkeci'de Mavi Kubbeli bir tapinakta soluk aliyorum
ustunde Sirkeci Buyuk Postane yaziyor
birinci kattaki telgraf mudurlugune cikiyorum
hergunku rituelime sadik kalarak
gorevli memurun,
bana ait zarfi uzatmasini bekliyorum
sirtim Art Nouveau tapinaga donuk,
gozlerimde kent silueti...........

Karsimdaki gorevli memur bir Osmanli zerafetinde
yok efendim yanitinin beni surukleyecegi hezimetin agirligina paralel
yol acacagi sismik cokuntuye beni hazirlamak adina
sesinde huzzam makaminda bir huzur beliriyor
digerleri buna cok uzak,
aslinda dokuz Eylul'e alti gun,
yedi saat
37 dakika
ve bir kestane sekeri
var.............

Oysa neden ben ayni kaderi paylasamiyorum?
Hariciye Naziri Fuat Pasa'yla
mujdeli haber Kirimdan,
Sivastopol'dan inerken Istanbul sularina
tarihler
bin sekizyuz 55'i gosterirken
9 Eylul'de......


herneyse, bir sigara yakiyorum
basamaklara duserken kuller
ve kentin tozlari
karsimda
Art Nouveau bir tapinak
tum inceligi ve zerafetiyle
duskun,
kuskun
ve suskun.....

V.Horta hortlayacak sanki
St.Gilles geceleri ne hayra ki,
ya da Otto Wagner'in
soguk Viyana'si geciyor yanimdan...........

Oysa ben Sirkeci'de
adamakilli ayigim,
Art Nouveau tapinagin karsisindaki basamaklarda
seni bekliyorum,
seni bekliyorum.....................



3Eylul 2010 & Istanbul , C.CERIT

Uc Eylul'de bir Korint Sutunu buldum kendime....

bir Korint sutunu buldum
o andan itibaren,
gunlerdir golgesini takip ederek yasiyorum,

birgun usulca terkettigimde sutunumu
Gulhane Parkinda
bir cocuk buldum golgesinde
uyaniyor kendine

altin defne sacli
elinde postmodern bir papirus
nereden geldigi mechul
golge yerdegistirirken
ay sanki uzaklarda
kent yerliyerinde
sarayburnunda keskin bir su akintisi
one alinamayan
cocuksa oturdugu noktada
gemiler geciyor sirtindan
habersiz,
izinsiz,
kimsesiz,
gorunmez,

bilmedigim agaclar dolaniyor etrafimizda
kent surlari
kargalar
cevrelerken bizi

gorunmez olmam sorun yaratir mi?
portakal kadar maviyken,

dokununca
acitirmiyim defne yaprakli saclarina?
korkar mi benim yildizlarla orulu saclarimdan?
hep bir cekince
hep bir cekmece
dolaniyor ustumuzde
basa alamadigimiz

Atirus uzakta,
gorunmuyor......
tipki Dante gibi
tipki Petrarca gibi
Yasam gibi.......


3EYLUL / ISTANBUL C.CERIT

Close up......

yakin bir cekimde
uzak rolunu oynuyorum bugun,
objektif odak noktasini sasirmis............

Agustos & Damascus 2010, C.CERIT

zeytin agaci

ben bir zeytin agaciyim bugun,
bir adada gizleniyorum
elimden hicbirsey gelmiyor
mavi gokyuzunu koklamaktan baska.....

Agustos & Ayvalik 2010 C.CERIT

Saga yazmayi biraktim, seni yaziyorum yetmez mi?

yazmaktan baska hicbirsey gelmiyordu elimden
seni yazmayi da henuz bitirmemistim,
eski bir ilkokulun bahcesinde denize karsi oturuyorum,
arkamdan,
sirtima vuran bir isik beliriyor,
Isa olmali
yanildigimi anlamam bir iki saniye aliyor,
arabanin motor sesi

hava nemli,
sigaram tuzlu,
bir yaprak bile kimildamiyor
bugun Zafer Bayrami
herkes kendi bozgununda
yazarken kacinilmazi
elimde adini bilmedigim bir sairin antikacidan aldigim gunlugu
her kosesine notlar dusulmus

durup durup hastalaniyorum,
Nobetci Doktor Nejat'a goturuyorlar beni
camlarla cevrili bir bahcede sigara iciyor
seker bir doktor
surekli gulumsuyor,
tanidik ama bilinilmeyen
eski bir plak caliyor muayenehanede
Mina olmali,
kapi onunde yasli bir yoruk kadin
Ida daglarinda soluyan teni
parlak, saglikli
bana yanasarak
oglum bir asaya ihtiyacim var diyor
ben kendi derdimi unutuyorum
onun hikayesi agir basiyor
bobrek agrimdan
gozlerimdeki yas anlamsizlasiyor
Nejat
siz ona aldiris etmeyiniz diyor ,
ve onu baska bir noktaya aliyor
ikisinin arasinda birsey var
gozleri sasirtmayi sevmiyor
ama bunu hep basariyor
elinde olmaksizin
tipki elinde olmaksizin Hipokrat oluyor,
tipki elinde olmaksizin lavanta kokuyor
tipki elinde olmaksizin Dantevari.......

kafam bi dunya ya,
ben benimleyim ya
yoruk kadin aklimda ya
ustune icim gidiyor biryerlere
benimkisi bahane

bir Dejavu olgusu yanibasimda
Nejat yinede gulumsuyor
kulagima sen canini sikma
biz ona goz kulak oluyoruz diyor

ikinci cihan harbinden kalma bir sedyeye uzaniyorum
elini tutuyorum
o an
o anliyor
elinden hicbirsey gelmiyor

gozlerim kapali,
hersey durmus,
disaridaki sesleri algilayamiyorum

bir yaz aksamindan asagi kalmayan bir ilkyaz
yuksek sesi ve egosu olan bir sairin evinde
tanismistik
biz ozensiz, ozentili yaratiklar icinde
guluyordk olan bitene
aldirisssiz yeni yetme gunlerinde....
o tibbiyede
bense Sanayii Nefise Mektebinde
okuyup gidiyorduk

Dr.Nejat,
yedi eylul yetmisbes,
Karsiyaka dogumlu,
annne adi Tomris
baba adi Turan
Mubadeleyle gelmisler
bildigim teksey bu
bana benzer

simdi bir oglu var
Ege,
bir de kizi Defne

hic konusmamistik o gece
o geceye ait hatirladigim Rimbaud dizeleri
Sir Lawrence Alma Tadema portreleri icime vuran
Pre-Raphelite bir geceydi
bende garip takintilar
onda tasikardi vardi
ve bu benim hosuma gidiyordu

oylece geciyordu o yaz
ta ki birbirimizden haberdar olana dek

o ana dek biz olmaksizin gecirdigimiz gunlermiz batmamisti birbirimize
o hic bilmiyordu Midilli aciklarinda biryerlerde Doktor olacagini
bachesinde tavuklari,
pacali horozlari,
17 zeytin agaci
4 badem agaci
3 incir ve bir nar agacinin olcagini
ve karsisinda onu cevreleyen yuzlerce ada
hic gitmedigi

hersey bir sekansta gozlerimin onunden gecerken
gozlerimi actigimda
elimi tutuyordu
hicbirsey olmamis gibi davrandik
kuzenim disarida bizi bekliyordu
hicbirseyin yok dedi
bir kas incinmesi
bir losyon, bir pomad,
bir kas gevsetici

neye yarayacakti tum bunlar
gecen yillara
yoksa
hislerimi unutmama yardimci olmaya
unutmaya mi?
yoksa bir buyu ilaci mi vermisti?
yillaraca tasimama


baska? elimden gelen ?
eski 45likler
Ege ve Defnenin fotograflari
Rebul kokan teni

Yakisikli coban Paris nerede?
Akhillus'u kim oldurdu? Neden?
kafamdan gecerken tum hikayeler
birden dogrulup.....

Nejat neden beni sana getirdiler diyorum?
Nejat gulumsuyor
yanima uzaniyor
simsiki sariliyor
kalbi yerinden cikacak adeta

Nejat doktor agliyor,
elleri anlatiyor
telefon caliyor
acmiyor
camlar arasinda
circir boceklerinin sesleri
elleri terliyor
lavanta kokuyor teni
bir sure oylece kaliyoruz
bu onu son gorusum
onunda beni son gorusu oldugunu geciriyoruz aklimizdan

kalkiyorum o hala sedyede uzaniyor
gozleri acik
ve mavi
bir kitap sikistiriyorum basucuna
icinde kucuk bir adamin
kucuk hikayeleri olan

sirtim donuk
gozleri sirtimda
benimse rihtimda
yara izlerime dokunuyor
bir cizik daha beliriyor
belirsizce
cikiyorum odadan


aylar geciyor
guz, ilk yaz
sonra
yine yaz, yine guz
yine ilk yaz.....

Ege cok uzak,
Zeytin tarlalari cok uzak
Dayim Oguz cok uzak
kirpiler yok etrafta
ne de sakizli corekler
ne de sutlu borek tatlisi....

7.Avenue'deki dairemden
Central Park pekte secilmiyor
O yaz Brighton Beach'te bir Rusla geciyor hayat
D Treniyle eve donus yolculuklari
Park'ta Alice'le bulusmak
Wayne'nin dim sumlari,
Angelique'te kucuk atistirmalar

gecelerdir ayaktayim,
yaz firtinasi tozu dumani supuruyor
planim butun bir geceyi bir kitapla sabahlamak,
biliyorum annem o gece aramaz
lepidopterist Stuart tatilde
o gece The Bronx'taki Moore heykelleri kaldiriliyor
telefon caliyor kafamdan gecenlerle birlikte
uzun uzun caliyor,
yine bir satis hatti olmali

ahizenin ote ucundan yanit yok
dinliyorum....
bir cir cir bocegi sesi,
sacmaliyorum,
hat dusuyor,
telefonda bir mesaj
seni yolun karsisinda bekliyorum
pencereye yoneliyorum
bir siluetin disinda hicbirsey goremiyorum
yagmur yeniden bastiriyor
telassiz
adam oylece bekliyor
ben telasli
kaldirimi geciyorum
nefessiz kalmisim biran
yabanci adamin yuzunu secmekte zorlaniyorum,
elimi tutuyor o an
Dr.Nejat
ruzgar savuruyor saclarini,
yagmurdan islanmis ustu basi
buz gibi elleri
biraz deniz,
biraz sakiz,
biraz tutun,
biraz lavanta,
biraz da buyukbabam kokuyor...oylece kalakaliyoruz,
Ayvalik kokusu,
bir de bendeki ozlem kokusu sariyor etrafimizi
elindeki kavanozu uzatiyor,
yavasca araliyor kapagini
bir circir bocegi,
sisst cok yorgun diyor,
jet lag, gulusuyoruz
gunes yeniden araliyor kentin sokalarini
bir elimde circir bocegi
digerinde Nejat'in eli
New York, New York.......

3 Kasım 2010 Çarşamba

No Name

anlari yasiyorum,
icinde olmadigin,
bana veremedigin anlari,

oysa ki ne guzel bir ogleden sonrasi,
Besiktas'ta bir cinar agacinin altinda nefes almak.....

L.Durell Nerede?

Kafam bi dunya,
mavi vapur rihtimda
bitter lemon geceleri,
yanilmis olmaliyim
Goldberg varyasyonlu
duyularim artik calismiyor
annemin mavi potikare bluzu
kokulu visne receli
ve cok severek agladigimiz
Casablanca........

22 AUGUST & ISTANBUL>C. CERIT

Ah bir Halimi Anlatabilsem......

Bugun ikimiz,
farkli cografyalarda,
ben kendi yorungesinden cikmis,
sen kendi yorungesinde kaybolmus,

sen yine de israrci,
hicbirsey yazmak gelmiyor icimden,
garip bir sen icimde gezinen
bin turlu yerdegistiriyorsun kanimda
oynadigin rollere paralel

kimi zaman ellerin yakiyor tenimi
kimi zaman bensiz duslerine ortak olamamak
kimi zaman bir Hesse dizesinde kaybolamamak

ben bir turlu kurtulamiyorum Stendhal Sendromundan,
sen yine o bitmeyen arayista
kendinden muzdarip
geciyor zaman
yenik dustugumuzu kabullenmek zor
kalemim tutmuyor,
biz tutmuyoruz,


sen baska bir tende sabahlarken
ben Haydarpasa'da sabahliyorum.....
ne boktan bir hikaye bu,
birbirimize reva gordugumuz,
birbirimize izin veremedigimiz,
Ah bir konusabilsek
ah bir elini tutabilsem
ah bir halimi anlatabilsem....


bitmeliydi burada satirlar,
anlasilan bitmiyor....
son halin aklimda SENIN
Heathrow'dan kalkarken ucaklar
beynime cakiliyor heran
kahveyi tutusun, dudaklarin
sordugum anlamsiz sorulara
anlayamadigin, bulamadigin yanitlar
bir var bir yok misali
elinden kayarken galaxy


simdi ben Cemberlitas'ta kaybolmus,
simdi sen evde kalem aciyorsun
elinde kirmizi bir kalemtras,
yunanli bir sevgilin olsun istiyorsun,
politik bir sevisme gunduz duslerine takilan bu senin ki
oncesine de uc bes hikaye sigdirilmis

yazarken alamiyorum kendimi
senden
ve
seni kendimden
ve kendinden.......




Agustos 2010 & Istanbul &C.CERIT

Bitter Lemon

simdi sen Karakoy'e yakin bir yerde bekliyor gibisin,
gemilerin gecisleri kadar uzak ve
sessiz.....
gecelerin kisalmasi kadar anlamsiz vazgecislerinle.....
Bir Rimbaud dizesinde soluklanmak niyetin,
hic olmadigin kadar susamissin,
agzinda tutun ve aci bir limon tadi,
ellerin tekinsiz,
sozlerin gecersiz,
Proustvari bir geceye soyunuyor dusuncelerin,
beni beklemenin yararsiz nergiz gecelerinde,
sen beni ararken,

ben bir kartpostalin arkasinda yazili dizelerde
bir duvar posterinin golgesinde,
bir Almodovar karesinde,
bir turk kahvesinin tadinda Yildiz Parkinda,
o atamadigin onlarca nesnenin icinde,

aslinda ben hep oradaydim,
hic gitmedigimiz Arles sokaklarinda,
hic izlemedigimiz bir Visconti filminde,
ilik bir Girne gecesinde,

bir yildiz kayiyor,

bir dilek dile,
hep elimi tut sen,
bir dilek dile,
Samanyolu oylece akip gitsin
biz elele tutusurken.......


2010 & Agustos sicak gecmis basima ansilan.....Istanbul, C.CERIT

Aivaly , saat 4 yirmiyedi sulari olmali...

beyaz tenli bir cocuk geciyor kilisenin avlusundan,
suskun bir sureyya,
Ion sutunlari neye yarar,
ustunde sevismelerimizin
henuz kokusu gecmemisken

sokaklar sen kokarken
dokunamiyorum hicbirseye
korkutuyor beni olesiye
sokaklar kadar terkedilmisim bugun.......


bir top patlamasi bolerken gercekligi
karga suruleri biryerlere kacisiyor,
ictigim sigara midemi bulandiriyor,
Midilli aciklarina vuruyor midemin calkantilari,
sanki son kez gunesin batisini izliyorum,
Eos'un parmaklari geziniyor aciklarda
senin ozleminin kokusu gunbatiminda.....
Gumruk sokaginda,
Ayvalik Palas Otelininde....................

Ayvalik, 30 Agustos 2010

Aivaly

Ayvalik"ta bir cinaralti,
ustunde saatli
pembe granit taslarla orulu bir kilise karsiliyor beni
kilisenin avlusu bos,

Meryem'i gorme umudum yok,
Ne de Aziz Yorgos'u...

aksamsefalari uykuya dalmak uzere,
ayva mevsimi icin henuz erken,
narlar icinde ayni ritim sozkonusu olmali,
kendim icinse hicbirsey soyleyemem,
tas duvarlarla orulu bir sokakta sabahlamak niyetim,
derin bir uyku
Ion sutunlarina sarilarak
ya da pembe granit taslara,
cinar yapraklari neredeyse donmek uzere,
sanki bir Antonioni filminde,
Monica Vitti'yi bekliyorum
zeytinli bir gecede....
elimde bir Ayvalik coregi

bilmedigim kuslar ucuyor gokyuzunde,
balikcilarin motor sesleri,
hanyali teyzeler sokakta.....

ahtopotlar guneste cekilirken,
iclerinden, dislarindan,
deniz tuzlu, tenim tuzlu, ben limoni...
Liman simdi cok uzak,
hatiralar simdi cok uzak......

ayvalik, agustos sonlari 2010, C.CERIT

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Gare de Punta & Gare de la Port

garlar beni cekiyordu,
tipki bir miknatis gibi,
her garda bir yalnizligimi daha terkederken,
yeni bir garla bulusmanin heyecani sariyordu tenimi................c.cerit& 2o1o

galaxide basibos yalnizliklar....

...."devrik bir cumle icinde, devrim yaratmaktan kacinan bir yanin vardi senin, cekinceler galaxisinde bos duraklarda sabahlamaktan yorulmayan....."c.cerit july&2o1o

Ben Gar'da yesil pantolonlu cocuk......

ilik bir ruzgar esiyordu,
akasyanin yapraklarina sizarak tenime gecen,
belirsiz bir toz bulutu kalkiyordu,
gecmisini aralayarak.....

ben garda yesil pantolonlu cocuk,
mavi bir gokyuzu altinda ,
dururken bir nukleer enerji santrali gibi,
icin icin atomlar beni parcalarken,
molekullere ayristirirken yalnizligimi,
ne ilginc Victorian garlarin yanlarina eklenen modern yalnizliklar.....
c.cerit / temmuz 2010/ege adini bilmedigim bir tren istasyonu...ayvacik belki de

bugun benim dogum gunum.............

bugun kimse bana bir Shakespeare piesi oynamadi,
bugun kimse benim icin visne receli kaynatmadi,
bugun kimse bana Endymion'un hikayesini anlatmadi,
yinede cok mutluyum,
bugun benim dogum gunum,
tesekkurler annnecim.....c.cerit 7/7 2o1o

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bezelye Çiçeği ve Robin Goodfellow

Bezelye Çiçeği ve Robin Goodfellow

Parkta, yaz ortasinda, haziran sicaginda, gunes batmak uzere, circir bocekleri yeni bir senfoni arifesinde, manolya rahiyasi altinda ilerliyorum, kafamin icinde binbir hikaye geziniyor yol boyunca icinden kendimi cekip cikaramadigim…..
palmiyeli yol arkamda kaldi, artik camlar altinda kristal igne yaprakli bir gelecegin izlerinin heyecani sararken, buyudugumuzun resmi taniklarinin resmi gecidi icinde, ilk heyecanlarin mabedine bir an once ulasma heyecani kusatiyor dortbir yanimi…..

kucuk golette kurbaga resitalleri, birden albino bir tavuskusu karsi kaldirimdan suzuluyor, hicbirsey sasirtmiyor beni bu kucuk dunyada, birazdan yasanacaklardan bihaber, sicakligin kendinden gecmis halleriyle basetme ile cocuklugumun anilarinin pamuk helva katmanlari arasinda gidip geliyorum, hicbirseye aldiris etmeksizin…..

herneyse hikayemize donelim, eskiden kucuk bir Odeon vardi, gul bahcelerinin icinde, birbirimize oyunlar oynadigimiz, kimi zaman sen Puck rolunde, kimi zaman ise ben mor salkim perisi , bazi anlar ise pekte hatirlayamadigim hangimizin Robin Goodfellow ya da Robin Starveling oldugu……ama en cok Bezelye Çiçeği rolunde kendimi iyi hissederdim......bir Felix Mendelssohn bestesine paralel....
Sonra bir gun dogudan gelen vahsi kavimlerin adamlari, bir emirle Odeonu yerlebir etmisler, , o yaz gecelerinde gul kokan Odeon’da geriye, ne gul kokusu, ne yagmur sonrasi resitallerinin vazgecilmez konuklari adam akilli islanmis salyangozlar, ne kurbaga prens olduklarini unutmus kurbagalar, ne sarhosluklarimizin tatli buseleri, nede gul kokan Shakespeare soneleri kaldi....geriye kalan kocaman tas yiginlari ve onlari cevreleyen yalnizliklar icindeki cirkin adamlar, hatiralarin bile yasamasina izin vermeyen.....c.cerit 2o1o July

Buenos Aires' te bir tango bozgunu...........

bugün ben blue, yildizlar kadar,
bugün ben Sartre bozmasi,
bugün ben Saigon’da esir dusmus,
bugün ben Buenos Aires’te bir tango bozgununda zil zurna sarhos bir torrero,
bugün ben Beth Israel sinagogunda aglarken,
……………annecim sen rahat uyu, oglun bir sair…….c.cerit & 2010july

13 Temmuz 2010 Salı

a transparent lizard......

vagonlar hincahinc dolu,
kompartimanlar boyu sigara yalnizliklari
arada bir gorunen transparan bir kertenkele,
gozu monoklu bir Pessoa imgesi,
........ve ucan lacivert bir eldiven……………c.cerit& 2010

2 Temmuz 2010 Cuma

N0 74 Victorian Lime

E’ye
bugun senin dogum gunun

butun gun kosusturdum durdum,
bugun senin dogum gunun….
ikimizde haberdar degiliz hangi noktasindasindayiz yerkurenin,
hangi noktasindayiz hayallerimizin,
hangi noktasindayiz ezberledigimiz hikayemizin,

bugun senin dogum gunun,
bende bir telas,
annen savaslarin acisini hafifletsin diye dogurmus olmali seni,
bir kiz beklerken,
guzel bir oglan cikmis,
oglan da pek bi oglan,
oglanlara sevdali bir oglan,
rumca bir ninniyle buyutmus seni,
hatirlamazsin ama belli,
limonlar yesilken dogmussun sen,
gunesli bir gunde,
o yuzden sana parla adini koymuslar,
isil, isil …
isik ver diye adanin ortasinda….
o yuzden hep olmamis yesil tutkularin esiri,
o yuzden hep bir rolun arkasinda duran kucuk cocuk

bugun senin dogum gunun
icim icime sigmiyor,
kosturuyorum,
ilk zamane asiklari gibi,
yeni yetme, teslimiyetci, kayitsiz sartsiz
Penhaligon’dan en sevdigim koku
Endymion,
sonra dedemin tras losyonlari,
Taylor of Old Bond Street losyonlari,
Eton Kolej gunlerinden
Victoarian lime 74 numara,
bergamot,sandal agaci kokan,
lavanta kokan.......


sonra vintage haritalar,
birbirlerinden farkli,
birbirlerini tutmayan,
degisen ve yer degistiren topraklar,
Tirieste iki yil sonra Italya’ya katilmis,
on yil sonra Girit yunan olmus,
Cezayir degil artik fransiz,
ne de Angola portekiz,
ne de Donna Catherine Cornaro hukumdarligi kalmis
sizin topraklarda,


sonra Liberty’in cicekcisi,
anlamazsin cicekten ama olsun,
yas 27,
27 adet aycicegi,
gunebakan,
sanki ben sana bakan
lacivert kucuk ay desenli folyalara sarilmis,
saman iplerle baglanarak,
basaklar uzerine yerlestirilmis,
birde ustune kucuk japon kizin ellerinden gecen utangac gulumsemesi,
e bende kalbimi koydum yetmez mi?


hic billmedigim bir dilin yazgisi
gecmis ustumuze…..


kos, kos bi telas
The Selfridges,
cukulatalar, en sevdiklerin sirayla,
nugat, marzipan ve Giandojòt
altin yaldizli folyolara sarilmis,
maske gecmisi tadinda.....
bir avucta
sonra dogdugumuz yillara ait
eskiden kalma kalem tiraslar,
kirmizi , mavi, sari
rengarenk,
sanki ilkokul siralari,
onluklerimiz,
kolali yakalarimiz,
defne sabunu kokan cocuklugumuz,

sonra eski bir oyuncak,
mavi maket bir ucak,
ben pilot sanki,
seninle geziyorum dunyayinin tum limanlarini,
ben St.Exupery,
sen yaridan az Hemingway,
biraz Beuys,
ve herzamanki rollerin……

her neyse, sonra sana bir Clark Gable seckisi,
nedense bir bag var
ikinizin arasinda,
guluyorum bu anlamsiz adlandirmalarima,
yanimdan bir uzay mekigi geciyor,
ben yorungemde
yil 2046
zaman ve mekan yok,
sen ve ben yok, teslim olmuyoruz birbirimize
belki de bu yuzden
Birlikte olamiyoruz
kimbilir ne kadar zaman aldi
benim sen
senin ben
oldugumu anlamamiz…




sonra bir album hazirliyorum,
baskidan yeni cikmis kareler,
kendi hazirladigim albumde
ilk foto sen,
son foto ben,
senle baslayan
benle bitten,
hersey seninle baslamisti,
ben olmasan olmayacak yazgiydi
sen hep kacardin her karadeden,
bense seni her karede yakalamaya calisan,
sen hep huzursuz,
bense senin her anini yakalama pesinde,
arsiz bir cocuk,
aaah bre oglan,
aklima soktun bu turkuyu,
oglan, oglan ne guzelsin sen,
fildisi tarak misali,
sigarani, fenerini yak gidelim,
kalk gidelim oglan……………….


bugun senin dogum gunun,
kapimin onune koydum herseyi,
belki gelirsin diye……..

c.cerit londra& 2009

30 Haziran 2010 Çarşamba

Emirgan

ürkek bir yağmur yağıyor,
yaşlı bir vapur yanaşıyor,
bir yaz sonesi Shakespearian,
bir çınar nöbette...
yaz yagmuru altında ıslanmak ne güzel Emirgan'da ...
c.cerit emirgan & haziran^2010

……….badem cicegi nar cicegine asik olmaz olaymis…..……

Kendime soruyorum,
ne oluyor bu topraklarda,
uzum, tutun, incir ortasinda
nar, badem, defne orotoryosunda
bir balik ,
bir kekik tarlasinda
hangisi hangisinin oltasinda,
cipura, torik, barbun acmazinda
ne buyuk bir ironi
insanin sair olma sevdasi,
oykunen
kuculen,
soze gerek duyulmadigini bile bile,
kelimelerin kifayetsiz kaldigini gore gore,
birde yuzyillardir karalayan caresizlige,
sozcuk oyunlarinin kakao yersizligi,
ustune eklenen persona yetersizligi
kelime bulmanin yararsizligi,
duygularin duyarsizligi,
seslerin susuzlugu,
susuzlugun sesleri,
colun bilgeligi,

dar bir capta,
silahsiz kalinmis bir cephede,
kendine bos yere tuzak kurmalar ,
bos yere yersiz yeniyetme diretisler ,
dinmeyen direnisler,

manevralar caresiz,
pusular belirsiz,
pusulalar sirensiz,
baglantilar kopuk
semaforalar bozuk,
istasyon kapali,
dolunay terkedilmis,
otekisi, bir digeri,
digeri bir otedeki

yildizlarsa bir o kadar parlak,
kuculdukce kuculen bir yaratik,
herseyin disinda,
nar cicegi bir ozanin varligi duserken dunyamiza,
selamlasiyoruz incir, badem, ve ben nar cicegi….…………

Cabinet de Curiosités

ellerin raylar boyunca gidip geliyor,
icinden cikilmayan,
cikilamayan ….
bir yanim felemenk aksaninda cekilmeyen,…
bir yarim mavi kuyruklu bir tilki esrarinda cekinen,
Gar guvercinleri gibi kimsesiz,
bir gevrek susami kadar doyurucu sessiz,
Joseph Conrell gelse
bir kabin insa etse gecmisimize,
sigdirsa herseyi,
Cabinet of Curiosity,
bir tren komportimaninda,
insanlarin merakli bakislari altinda,



trenler kadar doluyum,
gecmedigim istasyon kalmadi,
raylar hicbirseyi tasiyamiyordu,
ben kendimi bile tasiyamiyordum,
dolastigim trenlerce dusunuyorum,
yeniden trenlere dusuyorum….
trenlerde ayakta dusuyorum,
yokolup yenilenen …..

c.cerit 2009 & London

Hangi Markiyle bulusacagim?

bugun gunlerden ne?
hatirlamiyorum bile,
hangi istasyonda
hangi Markiyle bulusacagimi?

Gar ve .........Küçük Yağmur

günlerce Istasyonda .......

yağmurlarin seni bana getirmelerini
beklemekten baska carem kalmamisti……

boktan hikayeler bunlar,.........

boktan hikayeler bunlar,
gel bu yaz adada
Othello kalesinde bulusalim,
Hamletvari bir persona icinde,
Sen anlamasanda beni,
al beni
tut beni,
dusmek canimi acitiyor………….......
c.cerit june/2o1o & domatia

Ukiyo monogatari 浮世物語

golgen dolaniyor gar tenhalarinda,
ellerine sinen yaseminler bosuna...
kandiramazsin beni,
ben geckin bir aksam sefasi....
belkilerin bahane,
sen yinede bekle beni....
elinde Ukiyo monogatari,

sabah bes sularinda…
Punta’da
Alsancak Garinda…..

c.cerit Smyrne & 2010

29 Haziran 2010 Salı

almond tree.....

Faydasız,
elle tutulamayan kararsızlıklar eksenindeyim bu gece,
gel al beni,
badem çiçeği………….

retiro’da kaybolmus bir Velázquez cücesi……..

Prado’da hapsolmusuz hepimiz,
gecit yok,
galeriler boyu yalnizlik,
koridorlar koridorlara acilirken,
yuzyillik seruvenler geciyor omrumuzden,
sigdirilamayan hikayeler nobette,
digerlerinin lanetine ozenen,
digerlerinin akibetine oykunen,
Ölümsüz olmanin trajedisinden bi haber....
cocuksu bir diretme icinde....

siginmak istiyorum bir Velázquez tablosunun kosesine,
hilkat garibesi rolu kralin soytarisina bahsedilmis,
arka sirada ikiz portresininde pek mumkunati yok,
oysaki ben ve alter-egom icin uygun bir rol,
albino adam rolude calinmis,
tabloda tum roller kapilmis,
gorunmeyen tek sey dogmamis bir prens,

bir koridorda asili durmak nasil bir duygu?
o persepekifin disinda varolamamak,
disinda olan bitenlere hep oradan mudahil olmak,
ruhunuz hapsolmusken o tabloya.........

oradan seyretmek merakli bakislar uzerinizde gezinirken,
hep bir duzen icinde
kompozisyonlar icinde konumlarimiz belli,
izin vermezken hicbirsey yerdegistirmenize,
izin vermezken hicbirsey yokolmaniza,
zaman bile aleyhinize…..

c.cerit madrid& 2007

Avignon’da lavanta kokar yıldızlar…..

kaç gün geçti,
ben Küçük bir Prens,
bekliyorum lavanta gecelerinde,
Pont Saint-Bénezet’de
sonum nereye varir,
kestirmek zor,
eger ki sen bana yildizlari getirmezsen…………
c.cerit avignon & 2007

22 Haziran 2010 Salı

aslinda ben seni öyle sevdim........

E’YE
aslinda ben seni oyle sevdim..........

ozledim domuz gibi,
kokunu
su degmemis tenini,
terledikce derinlesen
o zeytin tenine karisan o kokuyu,
anlamsizca beliren yaralarindan sizan kan kokusunu,
elini alamadagin kanayan yaralarinin,
ustune evdeki Thai Ladyboy’un
baharat kokulari,
yari tamarind, yari coconut,
monologlarin sonrasi sinen sperm kokulari,
birazda hem thai hem akdenizli feslegen,
gunden gune degisen,
birbirlerine agir basmaya yeltenen,

tum bunlarin uzerine,
ellerine sinen tutun kokusu,
ona eklenen lacivert murekkep kokusu,
her eline adiginda hediyem olan antika kitaplarin
beynine degilde eline gecen kokusu,
birde odana girip cikan yabanci adamlarin
tanimadigim kokulari,
ayirt etmekte zorlanmadigim,
O garip dialogu cagristiran yalnizligin,
ki sen hicbir zaman Godot’yu beklemedin,
ki sen hicbir zaman Tisbury tren istanyonunda kaybolmadin,
her sekansta kafanda benim golgemle basetme sancilarin,
gizledigin Peruklarin, jartierlerin,
odanda asili duran Pierrot Le Fou posteri,
ne heyecanlarla buldugum o posteri,
bimedigin, anlamadigin

ozledim o kirgin patetik yanlarini,
kiz gibi ellerini,
erkek gibi sahte durusunu,
ozledim o erkek olmaya oykunen durulmuslugunu,
ozledim, o benimle yarismaya calisan yanini,
ozledim ben birseyleri soylerken senin onu tamamlamani
ozledim ayni anda ayni seyleri dusunuyor olmayi,
ki ben senin koylu halini sevdim,

ben seninle ogrendim,
mukemmeli sevmenin bayatligini,
ben seni oyle sevdim,
hic tutumadigim elllerini sevdim,
ve senin kirikliklarini,
ve senin aksakliklarini,
gizledigin kirilganliklarini,
aslinda ben birbirimizin tutmayan dikislerini sevdim,
aslinda Ben
zoru sevdim……


c.cerit londres & 2oo9

16 Haziran 2010 Çarşamba

Ne olur yapma................

..............
Sen bende taşikardi hissi uyandiriyorsun,
Ne olur Yapma……........................

15 Haziran 2010 Salı

Il Gufo & El Búho

BAYKUS & THE OWL

bir baykuş ucuyor gündüz gecmisimizde,
sorsakta anlatamadigimiz,
yanilsakta kendimizi yanitlayamadigimiz....
hicbirseyden habersiz,
donuyor basimizin ustunde,
ustune ihlamurlar dusuyor,
tuhaf bir Koolhaas imgesinde...

Soluklaniyor,
Don Quixote gibi belirsiz
Dulcinea kadar guzel…..
bir dudak ucuyor,
bir goz dusuyor,
Baykus Albert’in kaleminden cikiyor,
ince ince yayiliyor
soludugumuz havanin ustune
hafif golgeli bir açı ciziyor,


Cosmic büyücü Sibilla beliriyor,
belirtiler gercekligini yitiriyor,
evet baykus ustumuzde,
ey kutsal bilici,
kehanetlerin dogru cikti
en can alici cahil icimizde,
evet en mavi gok limonlarin ustunde,
hicbirsey soyutlasamiyor nasilsa kendiliginden……..
Hyperrealist bir evrende
Surrealist takintilar icinde...............

Grand Central Terminal, NY City & Saturday

Grand Central Station

.........yildizlar yanlis konumlandirilmis,
yada bilincli olarak eksenlerinden kaydirilmis,
sanki ortacag yazmalarindan kopyalanmis,
bu konumlandirmanin hicbir yaniti yok,
dunyanin hicbir noktasindan,
Paul César Helleu bir yerde hatali,
Mimar babam yokki sormali,
anlamam zaman aliyor,
Galileo gibi kafam bi dunya,
bu dev tapinakta,

bosalan yiginlar,
dolan yiginlar
icimdeki yikintilara karisirken........
bulvardaki devinim beni yalanlarken,

disarida baska hikayeler beni bekliyor,
hayat kirikinci caddeyle kesisiyor,
....... sanki hicbirsey olmamis......
c.cerit 2009& New York

Viernes & Atocha......

Estación de Atocha

Istasyon’da bekliyorum seni,
Nemli tropikal bir yalnizlikta,
Tanidik olmayan,
Alisik olmadigim,
Bir egzotik esoterizm,


Tren Sevilla’ya yol alirken,
Musevi gecmisim raylarda,

Ekvatora yakin buyuk bir bulut gibiyim bugun,
Bilbao’da unutulmus bir bavul gibiyim bugun,
Santander’de gunes batarken….
Yari bask yari katalan aydinliginda gelecegim,



Ne mi olacak bana,
Elma agaclari altinda
Jaen’de David’le bulusacagim,
Bir café cortado icecegim……..

Quinta-feira, Estação do Rossio


ROSSIO

Rossio ‘da yikiliyor ustume istasyon,
yikiliyor hersey bir bir,
São Jorge kalesi yerlebir,
Napoleon’un askerleri kusatmis olamaz,
yoksa bir ic savas mi?
istasyonda hersey yerli yerinde,
yasam bekleme, ayrilma, bulusma ucgeninde


Art Nouveau’nin dibine vurmusum,
bu deniz kestanesi duyarliligi batiyor,
Angolali zenciler giderek beyazlasiyorlar,
morna kanimda
canim aciyor,
kan yok,
nasil oluyor,
kanimi hissediyorum, dolasiyor bozuk bir ritimle,
uyumsuz eskiden beri,
doctor hic bir anlam veremiyor,
annem basimi oksamakla yetiniyor,
Buçaco Hotelin’de Neo Manuelin ruyalar gordugumu hatirliyorum,
valizlerimi resepsiyonda bekletiyorlar,

Alfama ‘dan yuvarlaniyorum,
baio alto’da cesedim kimildamiyor
Tejo’ya gomun beni,
arkamdan gelmesin Gulbenkian,
Ne de Zurbarán ….

c.cerit & Lisboa, 2004

Santa Margherita, In the station on Wednesday

circir bocekleri kadar cok ve mutluyum......

..........hafta ortasi, hicbirseyin ortasinda olmamis biri olarak icinde bulunmak istemedigim bir durum, arti tekrar kuzeye donmenin yaratttigi tek kisilik kakofoninin yorgunlugu, herneyse saatlerdir bu tren gecmeyen, adini bile bilmedigim bu tren istasyonunda oturuyorum, tek yaptigim buraya ugrayabilecegine inandigim yolculari, onlari ugurlayan ve karsilayan kisileri hayal etmek.....ha bir de Agustos boceklerinin ninnisini dinlemek....

14 Haziran 2010 Pazartesi

Martedi, Campagna

Piazza Repubblica'da asagiya indim, Stazione Termini karsimda, gişeye yoneldim, ikinci sinif, iki kisilik bilet aldim, garip bir aksan edinmistim kendime bugunlerde, biletci aksanimdan benim Piemonte dolaylarindan oldugumu dusundu, keske Puglia'ya ait bir yuze sahip olsaydim diye gecirdim icimden, komik, yabanci oldugumu anlamamisti, gerci bende kendimi hic yabanci hissetmemistim bu karmasa icinde, 7 numarali perondan Campagna bolgesine giden trene Eritreali multeciler, Arnavut gocmenler bindi,birde birkac Liguria'li asker ve jandarmalar vardi koca trende.....bir ara bavulunu unutmus bir Pessoa karakteri gecti, adini bile hatirlamadigim, onlardan biriydi besbelli....


Kondüktör kapiyi araladi, biletleri istedi nazikce, biletlere bakti, beyefendi donus biletinize gerek yok dedi, belli ki dikkat etmemisti, yanlislik olmali iki bilet kesilmis dedi sapkasini ve kaslarini ayni anda kaldirarak, akli karisti, pencereyi araladi bir anda, yo arkadasima ait bilet olmali yaniti , suratini eksitti, , konduktor biletsiz dolasmasinin sorun yaratabilecegini, yaninda tasinilmasi gerekliliginden bahsetti, gulumsedim, evet sorun olmali bende kendisine rastlarsaniz agir bir ceza kesmesinizi rica edicektim diyerek yuzunde bir tebessumun gormek istedim, yinede yumusamadi hatlari, bileti alip iletmesini rica ettim, eger ki biletsiz bir adama rastgelirseniz bilin ki bu o, ve kendisini uyarip, onu bekledigimi iletmesini istedim, guldu, bileti cebine soktu ve kompartimandan ayrildi....

Icimde hicbirsey kalmamisti, bilet bensizde yoluna devam edebilirdi, ben kendi yolculuguma hep cift kisi cikar tek kisi donerdim,.....oylesine bir gundu, tren ilerliyordu, bir eksik, bir fazla.... kuzeydeki pirinc tarlalari yerlerini kavun tarlalarina, findik agaclari ise yerlerini Selvi agaclarina terketmisti, kafam bi dunya ilerliyorduk, Bicocco savasindan ne kalmisti, Carlo Alberto Amedeo di Savoia cok yakindi bana bir an, pencereden geciyordu aycicegi tarlalari, yariyordu bilmedigim ovalari tren, Pulcinella'yi gordum Hera tapinginda, barok bir dokunusun Battista Marino inceliginde, Parthenopean Cumhuriyeti gibiydi gercek.......
ben guneye ilerliyordum, koklerim kuzeyde, ruhum doguda, aklim batida, icgudusel bir tavir olmali, zeytinlikler mi cekiyor yoksa nar ciceklerimi bilmiyordum, bildigim tek sey bos bir komportimanda iki kisilik bir yalnizlikta iki kisilik bir biletle yol aldigim..........

7 Haziran 2010 Pazartesi

Monday, Gare De L'est

Pazartesi Gare De L'Est
Pazartesi belki ben Paris'te , Gare de L'est'te Straßburg treninin yanastigi peron'da, hic tanimadigim bir adami bekliyor olacagim, sonra icimdeki bozguna, Sevilla'dan esen ruzgari ve Tanger'deki sitma gecelerimide katarak, buyukbabamin elinden tuttugum Alsancak Gar'inda bekleyislerimi alacagim, O an Ventimiglia sirtlarinda bir yagmura yakalanacagim, gecmisimden kacarak, tenimdeki garip sicakliga ragmen Ponte Dei Sospiri'den gececegim tum masumiyetimin inceligiyle, elimde tozlu bir Attila Ilhan kitabi, yabanci adama ait tasidigim garip umudun yarattigi cocuksu portakal bir renkten , maviye suruklenerek buyuyecegim.....
yabanci adami, hani olurda senin bana hic yazmadigin mektublari iletir, olurda senin ellerinin kokusu sinmistir o mektuplara , olurda senin gozyaslarina taniklik etmislerdir bir yagmurla birlikte gun dogarken adada, olurda cok gec olmamistir ben raylara duserken, boynunumdaki mavi puantiyeli fular coktan Hermos kiyilarina duser, olurda sen ordasindir ve , boynunda benim fularim, bir uzum baginda Manisa ovasinda, circir bocekleriyle benim adimi anarsin......o an geldiginde, beni unut, sen kendini bulmussun bir kere , kac kaca bilirsen.......
pazartesi, Gare De L'Est Paris & 2009 c.cerit

Sunday, St.Pancreas London

demek geliyorsun.... beni bir bekleme odasina aldilar, bu tanimadigim kalabalikta ,bahane aysel vapuru kacirmis, seni nerede beklemeliyim, annemin lavanta kokan teninde mi, yoksa Marsilya'da liman iscilerinin ter kokan bedeninde mi?
Pazar St.Pancreas London & c.cerit/ 2oo9

Mariposa

.......Yesilkoyden ucaga biniyorsun,
Kelebek firtinalari sonrasinda,
elinde mavi ortancalarla...........

Uppsala'da bir Geyik


Uppsala’da bir Geyik


dunden bugune,
ruhum yol aliyor
organize serserilik teritorilerinde
babamdan miras kalan,
hic tanimadigim adamdan,
Uppsala’da buluyor beni
kuzey kutbuna yakin
biryerlerde
saatlerdir direksiyon basinda,
uykusuz,
durmadan seker yiyorum,
lanet batmayan bir gunesin ortasinda
ilerliyorum,
yildizlar dusuyor,
tutamiyorum
kafamda soru isaretleri
Meandros’tan adam Uppsala’ya gider mi?
Araba ilerliyor,
bilmedigim bir yolda,

bir geyik kesiyor gercekligi,

Uppsala’dan cikis yok,
denize ulasmak ne mumkun,
her adamda babama ulasmaya calisirken
onu ararken,
sevisirken diger adamlarin yalnizliklariyla,
tenime gecerken kokulari,
onlarin tatminsizligiyle,
her sevisme sonrasi,
kafamda ihanetin bedeni,
dolasiyor,

aradiginiz aboneye suan ulasilamiyor,
diyor ahizenin ote ucundan,
oykum burada bitmiyor,
sürüyorum,sürüyorum,
sürünüyorum....
yollar bitmiyor,
kahretsin gece olmuyor
bu lanet Uppsala kasabasinda...
nasil bir sey bu
rotasyonu olmayan bir eksende,
kafam allak bullak,
icmedim, ama kanimdaki alkol orani tavanda,
kozmik bir macchiato,


Josephine Baker caliyor
confession, confession
bir Geyik yol ortasinda,
durmus bana bakiyor,
saate 121 kilometrelik bir hiz,
Geyik bana bakiyor,
kimildamiyor,
carpmamak icin kiriyorum direksiyonu,

direksiyonda ters bir aks,
arabayi bir agaca carpiyorum,
gecmisimi,
ruhumu,
nasil olur hicbir film karesi gecmiyor
gozumun onunden,
demek ki yalanmis diyorum

komik, burnum bile kanamiyor,
arabadan ciktigimi hatirliyorum,
Geyik karsimda bana bakiyor,
sonra San Sebastian beliriyor,
Ne Boticelli betimlemesine benziyor
ne de Guido Reni
Sanki bir Durer portresinden firlamis gibi,
bambaska biri,

Hey, Sebastian diyorum,
dokunuyor dudaklariyla,
bir beyaz yaz gecesinde,
mor sumbuller aciyor ellerinde,

Bos yolda,
Gozden kayboluyor,



Adini bile hatirlamadigim bir hava limanindan,
Ilk ucakla donuyorum hayata,
Manhattan guzel gokuzuyor Brooklyn sirtlarindan
parkta hersey guzel,

Bir trampez ustasi soruyor,
Babaniz nasil icerdi kahvesini?
O an
bir geyik geciyor calilarin arkasindan....
San Sebastian,
yanitlamak icin dogruluyorum,
Macchiato……....

Büyükbaba gel sözcük bulmaca oynayalim....

Büyükbaba gel sözcük bulmaca oynayalim….

Sozcuk oyunlari bunlar diyor buyuk babam,
kucuklukten beri oynuyoruz,
filika, fiyaka, filinta
Caka, saka, yaka,
Buyukbabam guluyor,
Yanagimda busesinin sicakligi sogumadan,
Anneannem is basinda
Ay porfavor, rum orotoryasi hizinda
Fastak fastak kuruyoruz,
Sicak bir yaz aksaminda ,
Ladino aksaninda,
ay coregini unutmusum yanina……
c.cerit / london & 2007

Filiz.........

FILIZ
Filiz’e


Teyzem Filiz , saclari iki belik
siyah beyaz bir fotograf karesinde,
70’li yillarin pembe masumiyetinde,
Dame De Sion kortunda oturmus,
elinde kitaplari,
secilmiyor, pek net degil okuduklari,

bir piyese hazirlaniyor gibi,
pötikare etegi,
beyaz fildisi düğmeli gömleği,

karede bir bosluk,
o gun belkide Padre Manolo okula ugramamis,
belliki Madam Mathilde az uyumus,
herneyse,
bize ne Ayca hasta,
Ayten dersi ekmis,
Julie kayip....

Filiz biraz sonra Orhan’la bulusacak,
Ressam olmak istiyor Orhan,
pek bi yeteneksiz,
Filizse mimar,
Orhan Nisantasi’nda oturuyor,
Filiz yatili okuyor,
Orhan’in kafasinda Filiz’in elleri,
Filiz’in kafasinda St.Germain güzleri,
Bir de Sorbonne, sanki bon bon
Annesi Hatice’ye gore bos bunlar,
Avare beklentiler mektebini bitirmis Orhan,
Filiz herseyin farkinda,
O ne Aziyadé,
ne de Orhan Pierre Loti
tek gercek var,
Inci’de profiterol,
Baylan’da Cup Griye,

Gulusuyoruz,
Lykee Li calsa
Swing yapsak,
sanki canlanacak Teyzem,
cikacak o kareden ,
dans edecek gecmisiyle,
gulusuyoruz,
elimden tutuyor,
yuzumu oksuyor,
sonra bir bakiyorum,
yokolmus,
baska kizlar bahcede top oynuyorlar……
Saint Espirit Kilisesinin avlusunda.....

c.cerit….2010 istanbul…..

Bes Ay Sonra.....

BES AY SONRA

Bes ay gecti,
Yagmur yagdi,gunes acti,
Kiraz cicekleri acti…..
Beklenen bekletilen,
Ertelenen, ertenilen,
Bes ay gecti,

Mimosa baharlari geldi catti,
Bogazdan yaban kazlari,
rum, rus, çin
bandirali gemiler gecti,
seyru sefer halindeydi hersey,
bir hareket icinde,
bir hararet icinde,

postaciyla tanismadim,
senden hic mektup gelmedi,
o gun bugundur hic Zeyrek’e ugramadim,
kemerler boyunca hic tas duvarlara dokunmadim,
kim derdi ki okyanuslar ansiklopedisini kaybedecegimi,
ustune bir ceket, bir palto,
kaybedecegimi,

gunler uzadi,
gelmeyen, gelinemeyen bir suru noktayla birlikte,
kucuk noktalar,
buyuk noktalar,
oylece gecti bes ay,

bir gun metroda hediye ettigin cakmak
kaydi ellerimden,
raylarin arasinda,
kayboldu gozden,
kul tablasinin rengi giderek metal bir yesile donustu,
oratancalar acti o ara,

bugun son pazar,
Besiktas carsisinda,
Meryem Ana Cihannüma kilisesinin papazi Stefanos,
selamlasiyoruz gozlerimizi kisarak,
basimizi egerek,
kosedeki kahve dolu,
hele lokumlari tatli mi tatli,
birahaneler tiklim tiklim,
karsi evdeki isik bile yaniyor,
baliklar tezgahta oynuyor,
kediler telasta,
yosun kokulari icerilere kadar girmis,

ben herzamanki gibi portakal cicegi,
kokum, durusum, düşüşüm......
usulca geciyor
zaman ve adam,
orali bile olmuyor,
hikayemiz orada bitiyor,
gülüyorum...


Oysaki canim topik istiyor,
elmadag cok uzak,


Akaretlere sapmadan çingene kadinlar,
Oturuyorlar yemenileri baslarinda,
Binbir cicek oya,
Koklayasim var doya doya,
Kader’in sesi yukseliyor,
Abiya ugramadin ya,
Bes ay gecti ya ,
Bende ona
Kader sen nerdesin?
Gulumsuyor,
Bes ay oldu abi ya?
Seni mi kiricam abi ya,
Bunlarda benden olsun abi ya,
kocaman acmis mavi ortancalar,
aldigim en guzel hediye,
elimde
kaderin mavi ortancalari,
tam bes ay sonra………………………
c.cerit 2o1o

4 Haziran 2010 Cuma

The British Ferret.......

fermuar, ferforje, fotr
cekilmiyor bu bendeki fütur,
Süreyya Paşa emrediyor,
parolayı söyle, parolayı söyle.....
c.cerit June *Istanbul 2o1o

No Name

Solo, Sale, Sailor, Salt, Sea, Sel
Nedense aciklamiyor hicbirseyi,
SOLITUDE diyor adamin biri
ben kurgularken bu yazgiyi........c.cerit June& 2o1o

partisyon yalnizligi pantheon'da & Kiss me deadly in Pantheon

Icim durulmuyor,
ne icmis diyor, ote yanim...
otur yerli yerine,
ah bir oturabilsem,
ah bir oturtabilsem,
eksik parcalar,
ustune eskitilmis parcalar,
a-tonal partisyonlar arasinda
si bémol bir partizan......

duzlemsiz ve duzensiz bir eksende
ilerleyen barok bir spaceship,
gecmisten gelen,
hayalet bir gercek,
porsiyonlara ayristirilmis,
gercekliginden.......
c.cerit& manolya rahiyasi altinda bir haziran gecesi yakamoz altinda.....2o1o

Cape Verde aciklarinda.....

icimdeki adam,
ici gecmeyen
biri digerine soylenen.....
bilinmeyen bir iklimde,
morna dinletilerinde,
Cape Verde aciklarinda....
bir yerlerde, ic ice gecemeyen....
icin icin gerileyen............

icimdeki kalabalik,
durulmayan gunbegun,
dolup dolup bosalan,
arinamayan yabanci sozlerden,
arinamayan o yalanci yuzlerden,
kara delik gibi,
boslukta biryerlerde,
yorungesiz,
kendi manevralarinin
yarattigi tehlikeden habersiz......
c.cerit & 2o1o

2 Haziran 2010 Çarşamba

gel oylece otur yanima...........

gel oylece otur yanima,
gece yildizlari getir bana,
birer birer, yanima,
yanina
kekik kokan bir deniz,
deniz kokan bir ten,
seni ozlerken,
bir sonbahar aksaminda bos yazlik sinemada,


seni sevmenin beyaz butunlugu icinde,
bir balad yaziyorum,
yuzyillardir suregelen hukumlerin ustune,
tarihsel bir seruvenin taniklarini secerek,
ve ustune adlarimizi gecerek,


tek bildigim gercek,
bitmeyen yollar var,
ikimizinde icinde bitmedigimiz,
ikimizinde icinde,
bilmedigimiz.................c.cerit / 2o1o maiO/ IST&NYC

le petit escargot.....

....mavi bir salyangoz,
atlikarincaya binmek istermis,
brighton sahilinde.......
c.cerit, brighton 2007

1 Haziran 2010 Salı

ne masum bir seydi seni sevmek..............

bitmeyen yollar var,
ikimizinde icinde bilmedigimiz,
tipki gunesin dogusuna taniklik etmedigimiz
sokaklarin oldugu bu kent gibi,
hic elini tutmadigim Thames kiyilari gibi,
ne masum birseydi seni sevmek.......

hic bilmezdin,
hic gormezdin,
koridorda bitmek bilmeyen gidip gelislerim,
icin icine sigmayan,
kapi koselerinde dinleme nobetlerim,
ayaklarimda karincalanmalar,
mideme inen kramplar,
ardi ardina yakilan sigaralar,
ne masum bir seydi seni sevmek........


simdi gel gor bak ben ne haldeyim,
replikleri ezberinden silinmis bir oyuncu,
yazilmamis bir metnin sufloru,
hayalet rolune soyunan bir Vampir,
dudaklarimda Izmir tadi,
oylece bekledim seni,
insomnia gunbatimlarinda,
ne masum bir seydi seni sevmek...........

St.Jean'da bir cinar altinda,
40 derecelik aciyla,
40 derece altinda,
sendelerken duslerim,
Seni ozluyorum,
hic eline tutmadigim
Marlene filmerindeki o an gibi,
seni ozluyorum,
hic denize girmedigimiz Midilli sahilleri gibi,

senin hülyan uzaklaştıkça
ruhumda zehirli bir fütur halini alirken,
simdi hayalet bir imge asili gecmisimizde,
oysa ne masumca birseydi seni sevmek,

c.cerit / 2o1o maiO/ IST&NYC

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Hotel Dakar / Italia


Glavani apartmaninin onunden geciyorum,
Gio oturmuyor artik orada,
bahcede kiraz agaci,
bir ogle uykusu bastirmis,
kentin sokaklarini

Hotel Dakar'in onunde duruyorum,
kafam allak bullak,
Venedik Sarayi iki adim otede,
palyaco rolu uzerimde bugun,
gunden gune giydirilen,
kendimi yargilarken bir fransiz inceliginde,

ruhum anlamsizca yerli yerinde,
bir bosluk duruyor onumde,
bir su kenarinda birakilmis,
gozlerinde dalgalanirken deniz,
baliklar geciyor gecmisimizden,
tutamiyoruz bir turlu,
tutunamiyoruz bir turlu,

kent kendinden gecmis,
uykusu gelmis sokak kedileri gibi,
geciyor efemera gunleri,
biriktiremiyorum artik hicbirseyi,
Faik Pasa yokusunda nefessiz,
soluklanmak yetmiyor
kefareti yok bunun,
bre kifayetsiz........

Castrate Nostalgia

baska bir gezegenden geliyorum,
uzlasmaci degil tavrim,
trenler geciyor icimden,
bir Wong Kar Wai yalnizliginda,
soluklanmak istiyorum her karede
kompartimanda yanilmis bir kont,
ilerliyor gecmisine,
transfixed bir yalnizlik onunkisi,
raylar cakmak cakmak

Magritte tablolarina bakamiyorum
viyolensel bir kompozisyonda,
bir naturmortun icine saklanmak niyetim,
Limonla nar arasinda biryerde,
Galata'dan gorulmeyen,
bir kenari deniz......
ihlamur kokan,


bitmemis bir sevisme sonrasi yakilan bir sigarayim simdi ben,
sigdirilamayan hazlarin,
bes dakikalik tatminsiz versiyonu....
bir portre beliriyor gozlerinde,
dumanlar geciyor kareden,
ve dudaklarindan......

casta diva caliyor
dolunay ilerliyor,
kastrat edilmis bir gerceklik pesinde,
bir adam geziniyor boylu boyunca............

20 Mayıs 2010 Perşembe

A SINGLE MAN














A SINGLE MAN





Every man’s memory is his private literature………
A.Huxley

Beauty is worse than wine, it intoxicates both the holder and beholder……
A.Huxley


Christopher Isherword’un ayni adli eserinden uyarlanan A Single Man, Modaci Tom Ford’un kariyerinde farkli bir estetik anlayis adina atilmis bir ilk film olma niteligi tasiyor.
C.Isherwood, aslinda Tennyson'un eserinden yola cikarak,ayni siiri kendi romaninin basligi olarak aliyor, Tennyson'in temelde tartistigi sonsuz yasam ve genclik eksenini farkli bir boyutta kurguluyor.Tennyson'nin belkide cikis kaynagi Mitolojik figur Tithonus daha dogru bir referans kimligi tasiyor.
60’li yillarin politik tansiyonuna paralel sekillenen film, bir yandan cizgi disi portreleriyle anti-conformist ve existentialist bir kimlik tasirken, ote yandan dus kenti Los Angeles'ta bireysel trajedilerine yenik dusen portreler galerisi.....

Protogonist George Falconer (Colin Firth), konvansiyonel dunya icindeki antagonist yapisiyla paradoksal bir portreyle karsimizda, 52 yasindaki Ingiliz asilli Profesor Falconer, dramatik bir kaza sonrasi, partnerinin yarattigi agony icinde flashbackler ve gundelik yasam ritueli icinde gidip gelmektedir.

Filmin acilis kareleri adeta bir Hitchcock filminin referansiyla aciliyor, gerilimi anlamlandirmak cokta kolay olmuyor, su icindeki bedenin ritmi bizi ambiguite bir hikayeye davet ediyor. Su icindeki belirsiz ritim ve gerilim dolu anlar, kaza sahnesiyle, dramatik yogunlugu artarak bizi olay orgusunun icine; korku, ask, yitirme ucgeninin icindeki hikayeye cekiyor.


Hitchcock izleri film boyunca farkli referanslarla izleyiciyle bulusuyor, market cikisi bos bir araba parki sahnesinde Janet Leigh'in (Pyscho)devasa gozleri (benzer bir kare Almodóvar'in “All About My Mother filmindede kurgulanmistir) iki yabanci adamin sigara cekisleriyle icice gecen Los Angeles'in puslu, belirsiz, garip, bir o kadar da cekici havasi altinda yasanan tatminin arka fonunda bilincalti bir imgenin varligi,ayni karede Bernard Herrmann'in Vertigo'sunun yarattigi bas donduren bir ritim......


George’un yakin arkadasi roluyle Charley (Julianne Moore), alkolik , terkedilmis, ulkesini terketmis, ve hala George ile bir iliskisinin olabilecegi hayallerine tutunmaya calisan bir karakterdir.Garip bir tesaduf ki her iki karakter’de yasadiklari toplumlarin disinda yeni bir kolonide, yasama alanlari olusturmaya ve varolmaya calismaktadirlar. Bir nevi gunullu bu surgun hayati icinde aidiyetini tasidiklari Avrupali kimliklerinide yanlarina alarak, Anglo-saxon territorilerinde tutkularinin pesinden suruklenmisler ve egzotik territorilerin cazibesinde kendilerini bulma ve varolma kaygisi tasimaktadirlar.

Ex-pat olma konumu birkez daha her iki karakteri bulunduklari toplum icinde yabancilastirmis ve normlarin disina itmistir tipki tercihlerine paralel....... Julianne Moore, Charley roluyle inanilmaz bir portreyi canlandirirken, kusursuz Ingiliz aksani, zerafeti ve dogalligiyla daha onceki benzer performanslarinin ustunde bir oyunculuk portresi ciziyor. A Single Man oncesi gerceklestirdigi filmlerden olan Far From Heaven (Todd Haynes) ve Savage Grace’le ( Tom Callins)birlikte yine benzer bir portreyi yorumlayan Moore, gaycentric bir dongunun icinde farkli cizgisini acikca ortaya koymaktadir.Tom Ford'un oyuncularinin belirlenmesinde izledigi tavir, onun gustosunun, zerafetinin acik ve net yansimasi olarak karsimiza cikmaktadir.





Huxley’in karakterlerinin Sokratesvari bir perspektif icinde yasamin anlamina dair tasidiklari kaygilar ve spekulasyonlar, George’unda kendi yasam felsefesinin olusmasinda benzer bir kimlik tasiyor.
Belkide en belirleyici duygu insan olmak, o bireysel trajedi icinde varolmaya calismak, Iste George bu noktada gunlerce kendisine toplum tarafindan giydirilmis rolu mukemmel bir sekilde giymekte, bir maske altinda tum duygusal erozyonlarini gizlemekte, ve toplumun dayattigi rolu israrla , kendisi olmanin disinda kabullenmis gorunmekle yetinmektedir.

Kenny'in (Nicholas Hoult)George'un hayatina girmesiyle, onun; o merakli durusu, yasami ciddiye almamasi, sisteme karsi gelme arzusu, ve androjen guzelligi, George'un bir anda dengesini bozar, askin guzellige duyulan arzu ve ozlem oldugu noktasinda kendisiyle kesisir, ve kendini gencligin deliligine birakir yokettiklerini bulmak adina.......
Kendini yoketmek adina oynadigi senaryolarda , sureci geciktirmis olmasi, aslinda o surecin belkide o dinginlige ulasmis olmakla, hazir olmakla kendiliginden ulasilabilir bir kimlik kazandiginida acikca bize gostermis olmaktadir.



Tom Ford'un , protagonist George'un mukemmmelliyetci portresi altinda; bir o derecede kirilgan , sofistike ve bagimli bir George bizleri bekler, George, konvansiyonel dunya icinde, marjinal kimligini ,seksuel, etnik, ve bir entellektuel olarak tasimakta ve bunlarin bilincinde olan bir entellektuel olarak aci cekmektedir, ustunede yasadigi duygusal travmanin yarattigi, bir o kadarda, Medici guzelligine duyulan askla kendi evreninin, fildisi kulesinin icinde hapsaolmus bir ince ruhtur, aslinda o hep askin, guzelliklerin pesinden suruklenenen gonullu bir surgun olmustur, tipki ukesini terkederek geldigi Los Angeles’ta Melekler Kentinde duslerine yenik dusen bir melek.....Jim'in (Matthew Goode)hayaliyle yasayan....


Film bu arada Sinemanin yaratigi illuzyonlarla oruludur, sinematografik vizyonun ait bu imgeler hepimizin yarattigi dussel ask ikliminde yasanan inanilmaz ask hikayelerinin (impossible love) hayali kult kahramanlaridir, O illuzyonun yarattigi dussel imgelere asik olmak gibi,sinematografik vizyona ait personalarin varligi filmde farkli kimliklerle ortaya konulmustur, James Dean (Carlos), Brigitte Bardot (Louise), Cary Grant (Is arkadasi) ve digerleri……Sinemanin yarattigi dussel imgelerle, kendi gercekliginin yarattigi ve sonrasinda yokettigi bu paradoxal tavir, Detaylar, kostumlerin sikligi, ekstrem yakin cekimler, gozler , dudaklar, zihnimize cakili kalan anlar, hep bir fotoroman kurgusu seklinde Ford’un perfectionist duyarliligiyla kesisiyor.


Filmin goruntu yonetmeni Eduard Grau'nun vizorunden yansiyan kompozisyonlardaki renk secimlerindeki ozellik; yan komsunun kirmizi dudaklari, sekreterin yesil gozleri, Kenny'in mavi gozleri, kucuk kizin mavi dantelli elbisesi,kirmizi guller. Renkler George'u kendi dunyasindan soyutluyor, cekip aliyor real dunyanin kaosundan......renkler adeta basrol oynuyor bir yabancilastirma efekti olarak, o derinlikte anlamlarini yitiriyor ve soyutlasiyorlar. Formlar birer canli tablolara donusuyorlar.......Tam anlamiyla estetik, uber-stylish bir film A single Man, detaylarin carpiciliginda gizli hersey. George'un kokusunu aliyorsunuz, Savile Row, Smythson, Tanqueray Gin, Lucky Strike Cigarettes; onun dunyasini cevereleyen etiketlerde, onun secimlerini yansitan, onu yaratan detaylar ve bu estetik gustoyu bizlere tasiyan, bu inceliklerle bizleri tanistiran da Tom Ford'un duyarliliginin acik ve net gostergesidir.


Tom Ford'un bu tur bir duyariligi ayni anda existentialist angst olarakta tanimlanabilir.Slow motion cekimler, sanki Ford zamani durdurmak istiyor, o ana yenik dusmek istemiyor, yitirmek istemiyor, ve o karelere inanilmaz duyarlilikta eslik eden muzikler, filmin karelerinin uzerinde, o duygusal yogunlugun, butunlesmenin ve atmosferin olusmasi adina son dercede basarili bir etki yaratiyor, o dramatik ritmin olusturulmasinda onemli bir rol oynuyor.Shigeru Umebayashi'nin muzik kalitesi goruntu estetigine paralel son derecede basarili bir kompozisyon ciziyor.

Ask sanki sinemada dolasan bir hayalet, 60’li yillarda sona eren Hollywood hikayelerine paralel bir eksende yitiriliyor……Bireysel trajedilerimize yenik duserken Los Angeles’in ucuk pembe ile fusya arasinda gidip gelen gokyuzunde, bir sinema karesinin yarattigi imgeye, arzu edilen cocuga oysa ne kadarda asik olmak istiyoruz….


Herneyse asolan Ask, ve bizlerde Ask cocuklari olarak ne olursa olsun, Askin acisiyla yasamayi surdurecek ve belki de o acinin yuzumuzde yarattigi tatli bir tebessumu, LAX havalimaninin A kapisindan cikarken, taxi kuyrugunda o tatli koku altinda ve muhtesem gunes isiginda yaninizda duran adamin koyu mavi gozlerine karisan sigara dumaninda, bir otel cikisinda doner kapidaki bayanin zarif boynunda tasidigi inci kolyede, parkta bir oglan cocugunun merakli bakislarinda, café de oturan genc kizin babet ayakkabilarini surekli giyip cikarmasinda ve ince uzun parmaklarindaki nar cicegi ojenin derinliginde arayacagiz ......
mayisikibinon & Istanbul
c.cerit

12 Mayıs 2010 Çarşamba

The Blue Bridge


thE bluE bridgE

Terkedilmis bir yalnizlik bu,
arkasinda mavi bir kopru birakilmis,
icimizde yolalan,
birbirimize teget gecen,
ve hep bir karsilasma umidi tasiyan.........

buyuk bir tehlikeyiz,
icten ice uzak.......
mavi bir koprunun hayalet sulari,
yuzerken gecmisimizde,
Ion'yadaki salyangoz gecesinde dudaklarinda arzulanan,
bir nar'in icsel bosluklarinda yankilanmalari,
zihnimde oyunlar kuran,
ve sonrasinda
Sibilla kehanetlerine uyanan,

Gozlerim Seni ariyor,
bir Borges labirentinde,
bir Satie sonesinde,
bir Chagall portresinde,
bir badem ezmesinde........

her an karsima cikacakmissin gibi,
bir kose basindan,
bir ikindi vakti cami avlusundan,
ogle uzeri Eyup Sultan'dan,
gecenin bir yarisi Galata'dan,
aksam alacasinda Kadikoy vapurundan,


garip bir umit bu,
gar tenhalarinda islatilmis,
guvertede zipkin yemis,
elimde gunu gecmis gazeteler,
o yabanci ilanlara bakiyorum,
bilmedigim adam suretleri geziniyor golgelerimizde,

ben ogle uzeri yorgun,
sen aksam vakti kayip,
hangi saat ne olur bir bilsek,
sarnicta bekleyen Medusa gibiyim,
birde seni bilsem,
sen hangi hallerde beni merak etmektesin?

ruhum yikik dokuk bir rum kilisesi,
sanki siyah beyaz bir filmde,
Aziz Meryemin balmumundan yapilmis gozyaslarini oynuyorum,
Gecmisimizde ise Atlikarincalar sonbahari...............

c.cerit

27 Nisan 2010 Salı

athina banliyosunde ki trene binme cocuk.........................


Ruhum skyladiko tavernasinda,
bir kopek muzigi dinliyorum,
Signomi, signomi, kardia mou,
kopek gibi inliyorum,
Istanbul yanimdan geciyor,
orali bile olmuyorum,


biriktirdigim cakmaklar, ne ise yarar,
Ne ise yarar, bir bilsem......
yak kendini, inle .....
kopru orada asili,
gec gecebilirsen, don donebilirsen,


Sante sigarasi basimi dondururken,
yak bakalim bir daha,
terkedilmis bir banliyo tavernasinda,
Attika'nin periferilerinde, sabahliyorum yol kenarinda
yuzumdeki makyaj akmiyor,
kopek gibi iciyorum, oldurmuyor adami,
oldurmuyor bu aci tat,
soyle, soyle hafifler mi bu aci,


yanima otursa cocuklugun, elimden tutsa annem,
bir elma sekerine kandirildigim gunlerin ozlemi,
tilkilik yokusunda incitilmis arnavut kaldirimlari....
tenimde yesil bir portakal cicegi ayazi,


bu ortadogu cehenneminden cikarsam, ne olur bana,
Ponte dei Sospiri'den kac kere daha gecmem gerek,
Ic cekisler koprusunde ayak izlerim,
ic sikintisina ne iyi gelir,
bir kasik Flaubert, bir tutam Kazancakis,
bir olcude Paul Bowles,


bir de bu lanet Athina kasabasindaki Despina'nin Tavernasi,
beni biraktigin o tavernada,
kierkegaard sendromuna yakalanmam an meselesi,
banliyo treninin isiklari yaklasirken gecmisime,
sana biraktigim tek sey,
her nisan'da acan bir sekaik...... thelo na se do,
thelo na se do.................

c.cerit

25 Nisan 2010 Pazar

MACKA PALAS, 47

......bugun golgem denize karisti,
Ne ben Verlaine,
Ne Sen Rimbaud,
bunu ikimizde ogrendik,
prince street'ten cikip
Siemens apartmaninin onunde dusururken
sana phoenix'ten yolladigim mektubu,
ayni anda, Macka Palas 47 no'lu dairenin kapisinda beliren postaci zile uzandi,
bir mektub farkinda olmaksizin elinden kayiverdi .........
oysaki Pertevnihal Hanim'im bu mektubun kokusuna ne cok ihtiyaci vardi
kimse bilemezdi,
oysa ki Eugénie de Montijo'nun hic gondermedigi bu mektubu,
bilemezdi hickimse ne cok bekledigini,
oysa ki yilardir bu imsomnia suskunlugunu bozabilecek tek seydi bu mektup,
iste o anda, tam o anda ,
47 nolu dairenin icinde olup bitenleri ne kadar anliyabiliriz ki,
pertevninal hanim'in icini garip bir sey kapladi,
saatlerdir, yaka ignesiyle oynayan transparan elleri,
bu garip telasin ortakligina anlam verememisti,
nereden bilebilirdi fagfur kasenin elinden kayip tuz buz olacagini ,
icinde tek basamakli merdiven,
cik cika bilirsen
in ine bilirsen kâşâne-î fağfûrdan.....
iki mektup ayni zaman diliminden bir diger zaman dilimine gecerken, hic konusulmamis seyler gibi, terkettiler birbirlerini........
anladim ki o an sen Hadrian tapinaginda hic dus gormemissin,
anladim ki o an, ben hep seni Le Samurai filmindeki karelere hapsetmisim,
kotu bir ozani oynuyorum bugunlerde
yazdiklarimin sonu belirsiz,
belirsiz bir rotanin surgunu,
Gare Du Nord'tan kalkan trenlere binmemek icin zor tutuyorum kendimi,
Neden bu tren Avigon'a hareket etmez hic bilmiyorum,
Neden raylar bir bosluk hissi uyandirir,
yoksa yanlis peron'da, yanlis bir garda,
dogru insan olma rolumu batiyor,
Gare De Lyon cok uzak,
burnumda tutuyor oysa, o uzak cografyanin kendinden gecmisligi,
sendromlar yara izleri gibi,
hic terketmiyorlar beni................
istasyon uzaklasiyor kendinden,
Taşınıyoruz limandan;
karalar, kentler çekiliyor ardımızdan,
"Provehimur portu, terraeque urbesque recedunt."
c.cerit

Villeneuve les Avignon Le Fort St. André 07, gare du nord 08, brooklyn 09, mecidiye 10

23 Nisan 2010 Cuma

Peki ya Sen Nasilsin?

Bilmem neredeyim Rilke'yle Borges'in birlestiği garip bir eksendeyim, yoksa Paul Auster'i algılayamama kaygısımı ağır basıyor ? ya da hep mavi benekli bir çocuk mu olmak istiyorum ne? yagmurlar hicbir izi silmiyor....asit yagmurları ince sicimler halinde dokundukları noktaları eriterek ilerliyor, ellerim Galata köprüsünde, gözlerim Haydarpasa istikametinde, yaşlarım Beylerbeyi açıklarında, yorgunlugum Ulus sırtlarında, kafam Tünel çıkışında.....tenimde bilmedigim bir koku başetmenin zor olduğu bir evrene girerken......kapalıcarşıda bir gramafon tamirhanesinde soluklanıyorum...bir seferad türküsü eşliginde geçmisim bir enstantaneler tuzağı ,ne kadar çok bilmedigim bir elin özlemine yenik düşerken şekaik bir İzmir gecesinde, evet uzak territorilerin ruhumda actıgı yalnızlıklar daha mı derin hiç bilmiyorum....uzaklıklar beni bana yaklastırırken........sen nasılsın?
c.cerit
London & Istanbul
mandarin
yalnizliginda
bir
mavi japon.................





Odessa limanina ulasmis olmalisin,
beni simdi daha iyi anliyormusun,
ben yeniyim Vladivostok limaninda,
kac gundur Panama bandrali bir geminin beni almasini bekliyorum,
tanidik hicbir yuze rastlamadim,
gundelik seyler bile yabanci,
birseyleri animsatmiyor,
hikayeleri yok gibi duruyorar,
ha bir tek balikcilar, iclerinden biri yaridan az Messina'daki balikci Pietro ...desem, iiii
yo belki uzakca Midilli'deki Lefteris......
yo yo ....sanmam bu durus Mogador'daki Portekizli Arap Omar,

hicbiri birbirine benzemezken,
garip bir oyun, insan tanidik birsey ariyor geride kalanlardan anlasilan,

nedense yildizlar pek bir parlak bu gece,
dogruya farkli paralellerdeyiz....
unutmusum,
farkli zamansal donguler......
farkinda olmaksizin yillara, mevsimlere, aramiza, askimiza yayilirken.....

Macau'da ne gun olurum bilinmez....
Grand Casino doludur simdi,
bir muson yagmurundan kacarcasina, dusen kokular
ve islak merdivenlerde bir Kantoniz inceligi.....


Sen yine limandaki Belle Epoque otelinde kalmak istersin,
hani su catisinda neon isiklari gidip gelen,
sokaktan yemek kokulari yukselirken, karsi kosedeki tutuncuye ugra,
sevdigin sigarlari getirmistir,

O geceyi hatirla, Dom Pedro V Tiyatrosunun kolonlarina asili kalan o kokuyu,
yasemin ruzgarlarinin tasidigi sessizce,
kentin sokaklarina yayilan,
ve sonra birbirimizi ansizin kaybedislerimizin sokagini Rua de São Lourenço,

portekizli denizcilerin dua ettikleri kilisedeki bulusmalarimizi ,
Sanki Izmir cok yakin.......
elini tutsam Punta, Aziz Meryem Kilisesi....


ben bugun kanje bir gecmise gomulurken,
avutmuyor hicbirsey ,
ne gunlerdir karsi kiyida oynadigim Kabuki rolleri,
ne de yazdigim Haikular......

herneyse....
senin imgen asili Vladivostok sokaklarinda acan kiraz ciceklerine paralel.......

ve sen.....
limandaki Otelin mavi neon isiklari altindaki kucuk balkondan bakan ellerinle,
ilik ruzgarin tenine dokunusunu hissederken ben....
sen yinede orada ol....
birak Istanbul bizi ozlesin.....
erguvanlar acarken.........

c.cerit
Nisan 2010 & Istanbul

XENOMORPH

XENOMORPH


The human psyche, however, is not simply a product of zeitgeist, but is a thing of far greater constancy and immutability….

The spirit in man, art, and literature / JUNG[1]

Xenomorph is a de-facto terminology for Alien, a hypothetical etymology bilateral specific conjoin of certain Greek words, Xenos (stranger, alien) and Morphe (form) thus,” alien form”.
Alien is extremely self-conscious about representations of gender roles and as paradoxical as it is ambiguous about such a rich text. Aliens draws from tree different genres: science fiction, horror and war .We can see clearly all elements of horror, war and science –fiction genres. The film draws from different type of genre. Aliens are an instructive mirror as coded profound and confound of Motherhood’s dual linked sets of control and archaic role of feminine chaos and film acting as a temenos or frame which makes transformative psychological complex. The film constructed sets itself in a high technological environment, and the concerns of technology arise from fantasies, desires, promises, dreams, hazards and fears. Complex, emotionally charged associations cluster about every tool, gadget, or future technological scenarios.


Aliens is preoccupied with birth and the concept of motherhood and in a broader sense with the nature of human origin. Naturally, this points to a sexual-psychological interpretation rather than one focusing on the findings of biological sciences. But the horror film - and the science fiction horror film at that - is meant to exploit the human fears and fascinations rather than reflect a naturalistic reality.
Aliens is a useful example of a horror science fiction film within which the concept of the female, and more specifically motherhood, is highlighted and explored. By discussing the film I will seek to show how theorists have interpreted the position of women in society and the concept of motherhood and differentiation through their representation in the film. Ultimately, it is my belief that Aliens demonstrates how the fertile female, capable of reproducing, and by extension the female body, are regarded as potentially hostile, consuming, threatening the male with castration and annihilation and finally, the ultimate definition of differentiation and otherness. In a sense, Aliens highlights what theorists have posited: that motherhood is so alien to the male that it is seen the epitome of otherness.

The theme is central to Alien as is the existential theme of whether man is created from a symbolic other, an - alien - woman, or by same - man and woman. There is a fascination with the creation of life. The woman is herself so different that she is alien. She can be the pure sole parent but also awe-inspiring and terrifying. And in the case of insemination an even greater horror is presented and the woman who can create is seen as also likely to destroy. Motherhood and otherness therefore are the same.


The opening sequence of film is set in a spaceship adrift in space , the computer beeping and coming alive and protagonist Ripley sleeping inside the a capsule, Ripley is coded immediately as some kind of outsider. The other, she comes from different time and different space, she has been in space for 57 years. She is literally anachronistic and the woman from no where. When she wakes up, she can’t recognize the place where she is. Almost immediately the world of dream disrupts the real and she dreams of giving birth to an alien. The birth, more representative of a natural one is brutal and bestial according to Freud. What is less naturalistic and closer to primal fears is the violent insemination of human being, through the mouth, by a phallic-like alien projection of a mass representing a vagina. This scene highlights all the male fears in their approach to the reproducing female: the teeth-full vagina that can castrate and the phallic symbol violating the unsuspecting male. Male figure is punished for exploring the primal scene reflected in the dark ship infested with the alien pulsating mass - a taboo in it - and is consequently punished. This also highlights another childhood fear - that n which insemination can occur through the mouth and can result in a very painful and bloody delivery of a barely formed human that has grown in the stomach. Birth is also represented in the scenes where objects are ejected into outer space or held in a hostile environment by a representation of the umbilical cord thus insinuating that birth itself is a cruel act. In Aliens, however, the birth scene is a delivery from a hostile mother when Ripley is ejected from the infested ship.


This last example is reminiscent of nature in the example of baby sharks that will attack and eat their siblings within the mother's womb. So, although there is the fantasy of safety in a desired return to the womb that provides protection form a hostile world, the otherness and differentiation of the womb itself is seen to be hostile in it. The mother is at best not participating, leaving her children - friendly and alien - to battle it out in a competitive world.
She is a sole survivor traumatised by the past, by memories by her dreams. The idea of return of the repressed is made literal as she is persuaded to return to the planet that is the location of her trauma and she accepts this new mission to go to back the colony planet to battle the alien menace with platoon of soldier.


Ripley, she is the protagonist of the film. She is a leader, emotional, intuitive, she takes command, she is an intellectual, her role as successful heroine, brave heart, woman in action, and she is a mother without being a biological one. Ripley is a mother figure and she is represented as protective of Newt , but she also emerges as the one able to be concerned as she is aware of future perilous journey and the beginning of origin trauma .She is the other one she is the only person who was not part of military personnel, or , Ripley is a civilian She is a woman, she doesn’t deny her femininity, not desexualise, but a type of Calvin Klein image of femininity, cool but not femme-fatale…And significantly exceptional pattern of male domination of the genre, conventionally woman portraits as part of horror movie victims. In the other respects, Ripley as a female protagonist is controversial portrait of traditional genre and completely isolated figure without cliché notions. Ripley as a mother figure, she is rational, she can handle her situation, certainly conscious and élan sense.

In order to Mythology, we clearly defined, Alien is not unusual or extraterrestrial story. Obviously, most fascinating examples are The Medusa[2] and Oedipus. According to Freud the Medusa, signifies the female genitals with her serpents head, also represents the procreative function of woman. The blood that flowed from the vein on the left was a mortal poison .She gave to birth Pegasus and Chrysaor. Even though she is a parthenogenetic mother .Poseidon had coupled with Medusa and supposed to be the father figure? Oedipus and Perseus myths also refer to archaic maternal figure. Woman figures are as sole parent, woman as the source of life form, woman as archaic mother. The story of Oedipus was completely parallel story of Aliens. Oedipus journey was planning to kill a monster with the face of woman; Sphinx. Aliens is equally rooted in the soil of the complex .All does kind of classical archetypes defined on Alien mother figure which is structured of man’s life and parallel story of incest approach.

From a theoretical point of view, the film also offers references to a generative/mythological mother who gives birth to all things living through parthenogenesis. This figure is present in all primitive narratives: the mother goddess who alone creates heaven and earth thus offering a first attempt at the basic existential questions. The mother goddess is all religions - as well as the monotheisms - parthenogenically gives birth to male supreme deities. This again highlights a male theory of maternal purity - rejecting the thought that they men are created through an act as vile as copulation. This gives the mother - even the supreme mother at that - the sole role of incubator.
All does myths and concepts gave us clue and chance to explore this cinematographic expression. The aliens are ferocious carnivore that gestates inside a living human host and has concentrated acid for blood. The aliens are hostile organism. The Mother Alien; is a monstrous, primitive, procreative machine, protective, productive, amoral, xenomorphic .We have no clue which kind of life form it is, or as stated at the beginning of the essay, the image of the alien is ambiguous, complex and sometimes paradoxical: a kind of insect like ants, or bees, as a metaphor of the other society, and other primitive life form. We perceive species such as ants as primitive (insect) but also socially complex and hierarchical, with a Queen Ant or Queen Bee, workers, soldiers etc… And they reproduce them selves in another form and through several stages; eggs, parasitic gestation, reproduction without any sexual intercourse, unlike human being (though our modern,” futuristic” world now offers this as a possibility. The alien mother is a figure of strong, powerful, monstrous, baby machine drawing from our ideas and fantasies about the insect world also of, insect dinosaurs. Alien has exoskeleton unlike human body, as if alien is also a kind of technology as well as a biological form. The Mother Alien is clearly biological mother capable of producing millions of little aliens.


The alien mother is the metaphor of phallic metaphor and in the same time coded as a toothed vagina, as a cannibalistic female creature, a monstrous-mother. The fantasies of mother as other in the film sets up Ripley versus the Alien Queen. Both Ripley and Queen are sole survivors who protecting their own species from the other one: a tale of two mother figures. The colonist human community has been wiped out by the aliens (in order that they can breed) and the alien eggs are incinerators by Ripley. Ripley kills Queen’s off spring, the Queen reactions not by attacking Ripley but going after Newt (her species and Ripley’s non-biological, figurative offspring).Ripley’s most furious moment when wails at mother during an especially fraught moment. She was screaming “…get away from her, you bitch”
Alien the mother as the origin of all kind of life platform. Archaic Mother figure presented by xenomorphic .The Alien also created of the parthenogenesis concept, the figure is actually the background of maternal figure and represents us another dimension to get how patriarchal ideology works in the reality or in the fiction character. The core analyses on Aliens; there is profound sexual significant to the alien creature with it’s phallic-like tongue ant that penetrative allusions.
Ripley has an x-trauma from past, she wakes up from a nightmare in which she sees herself giving birth to alien. The story is the primal fear that keeps following from mother figure and birth syndrome. She is the person self-conscious herself and realizes her situation and not afraid from the archaic coded motherhood. That is bewaring of her status and she faced with the reality, that action it has meaning also otherness. In Aliens, the monstrous creature is constructed as the phallus of mother .Woman is represented monstrous as phallic mother. One of the most interesting structure operating in the mise-en-scene is coded monstrous maternal figure as a phallic mother how constructed with threat of castration and Oedipus complex on science fiction-horror movie. The metaphor of archaic mother figure is representing mostly horror films as existence of death. The occur statement operating the desire for and attraction of death suggest and desire to return to the state of original source with the mother. Death signifies continuity, part of eternal circle, non differentiation.
In the opening sequences of the film there are already three versions of the concept of birth and what is known as the primal scene. On the ship itself, there is an image of the virginal, father free birth - an allusion to the incestuous fantasy and the wish to represent the mother as pure, clean and antiseptic. The crew are in a sense born fully formed, in a bloodless, painless and serene environment. The other craft represents the fantasy of the female body and the moment of conception. It highlights a fantasy of voyeurism at the point of conception and extenuates the incestuous and antagonistic as it presents the inseminating rival.


Throughout, the mother herself is absent. The mother as a figure is of little consequence whereas the focus is on the vagina, the process of birth and the relationship of the offspring to the insides of the mother. Her personality is of no interest and is therefore absent. The only mother actually present is that represented by the computer: a voice, a mechanical device cold and unattached rather than the projection of a warm figure actively present in the lives of her offspring. It is an image of a woman as incubator. This presence is everywhere in imagery: birth scenes, the representation of the primal scene, womb-like scenery, hatching eggs and a computer as a life support system .

In a sense, the mother is both familiar in all her different guises and alien herself. The relationship and attachment with the child poses problems to theorists and even Freud himself. The figure of the mother and the relationship with the child therefore can represent the unfathomable, a mystery so deep that is ultimately terrifying. It is worth noting that this is a completely different interpretation to that offered by the natural sciences where most is explained as a quest for survival and the spreading of genetic material and where both male and female behaviour is instinctive and aims at the protection and survival of the offspring, often at the cost of the parent's life.
Freud attempted to explain this view of motherhood through an example of a primitive society where - as among many species of mammals - male offspring are banished from the group while the alpha male retains sole possession of the females. At some point the young challenge the father figure and kill him. Then guilt of the fratricide makes them put the blame on the women they ought to possess and they take the revenge on them as if they were responsible for the act and are destructive elements to the unity of the group. This theory explaining the nature of patriarchal society and the position and perception of women as dangerous has been challenged by many theorists in different disciplines. The origin of the mother goddess and her position in society - and in consequence the position of all women - poses a problem for theorists. Lacan said in Seminaires XX that the analysis of the female figure will always be lacking as some elements "elude discourse".

All theorists though seem to focus on the relationship of the mother to the males of the group but the focus of the womb sets her free from that framework. Then again, the womb is only one aspect/function of the female and therefore it is hardly restoring the female or putting her on the same level as her male counterpart. This analysis focuses on the difference between the male and the female. The female gives birth and therefore it is the only aspect of her worth discussing. And it is precisely that difference that makes her mysterious, dangerous and hostile.

Birth is the only aspect of the female that is so different and therefore it is the only point of interest. Older/sterile women are not perceived as a threat and are not discussed at all in horror films or theory. There is also a focus on the genitals. The absence of a penis highlights men's fear of castration. Furthermore, women are seen as responsible for giving birth to monstrosities; so different that they cannot have come from a man but only from the different female. And Alien plays on those primal fears. The mother in the film is both oral-sadistic and phallic threatening severance from her and at the same time annihilation and reincorporation thus being alluring and destructive like the sirens of mythology. The film portrays the mother as monstrous and malevolent, or at best detached. Even the Mother of the computer is prepared to sacrifice the crew in the interest of the Company and all the struggle happens within the body of the ship which also signifies the mother. In other words, the mother in the film is body and soul dangerous and threatening. By destroying the mother the child is eliminating the potential challenge of other offspring. The alien that the mother is responsible for giving birth to is also a representation of the phallus and along with the alien child the mother seeks to destroy what she has created. The monster can also be seen as a toothed vagina, again referring to the fear of castration that the mother's actions can bring. This focus on the female genitals highlights the alien nature of the woman's body, her functions and desires and the film shows that she can be just as dangerous as the monster itself that after all she has fostered.

James Cameron has created a futuristic Gothic World. The use of Mozart’s Eine Kleine Nacht Musik is a neat counterpoint to where the catastrophic, grungy, wild and primal action and ambience being unleashed. In Cameron’s film, terror is often beautiful, all type of apocalyptic illusions. All horror stories express a fear of return of repressed. Aliens play with repressed emotions and unconscious fears. Aliens, it is here that each character has emerged as the psychological signified; his or her social homogeneity limited only the age, nationality, and presentability. Before the operations on the planet surface and explore we got general informations of members of the crew. Most of the characters lead relatively parallel lives but as soon as they start interfering with one another, action gets entangled and explosive by parallel the story during the exploration on the colonist planet, we were watching to the all discovery and panic moment from the closed circuit camera. The closed circuit TV footage of the each personal eye exploring the circumstance which Ripley watches on operation centre in real time. The manner which is clearly an intellectual speculations about reality, hyper-realist approach, voyeuristic sense, enigmatically coded mirror stage and personal point of view.


The other characters represented in the films are, like Private Vasquez (Jenette Goldstein) who appears rather like an action hero more than the rest of male characters. She is an afeminine, hypermasculine like Amazonian warriors, (variety of speculations, male dominant structure and patriarchal system, a woman must transform herself into a tough, masculine trooper, rape-revenge story, phallus envy, tough girls concerns about the castrating or submission of the male body, plus Electra complex), Hispanic (different race, ethnicity, and nationality to the American marines), lumpen proletariat, macho figure, potentially lesbian and ; completely contrasted figure of Ripley. Vasquez representation does not mess up with Ripley. Her position is tough woman trooper in apocalyptic days. She is kind of phallic mother, because she had also trauma from the past.


Bishop (Lance Henriksen) is clearly male figure but he is not a human being, he is an android, basically synthetic and artificial, another pseudo-life form. Ripley’s last trip, artificial person was malfunctioned and she was disappointed about android she was saying to it never occurred to me! Ripley’s antagonism towards him is based on the malfunctioning android on her last traumatic trip but she clearly also hates him as an “other” creature, automatically not be trusted, like the alien themselves. He has a strange metabolism with white blood. (kind of sperm, symbolism that is made explicit when he is ripped apart by the alien mother.) He is not human being, he is created by Human Being, and he is the other like Aliens. In order to psychological expression: Ripley’s behaviour to Bishop, as a motherhood instinct she is thinking he is threat for her species, that reflects explore to us her distrustable and unsecured manners. He is the alternative method which is not biological procedure. Bishop like Ash is a male-gendered third sex and Ripley’s manners based on archaic and stereotype point of view and fears of Homosexuality. By the other angle the third sex can be aggressive like Ash’s case. The other major anecdote is about Bishop’s knife demonstration reflects the face-huggers attact.His finger acting as penis, white fluid that serves him as a blood(sperm) from his finger refers a narcissist way(sucking fellatio) connected by Auto-eroticism and again very aggressive way.
Bishop does not have any mother or father; he is obviously against to dialectic circle. Actually he is completely from the other planet. Bishop as an android act more intelligently and empathically than humans. It was hard to deal and negotiations between Ripley and Bishop are made more difficult by mutual distrust. Where her background keep goes the old reference.


There are three conflicting if not complementary representations of the mother in the film. Ripley portrays the mother that is reassuring and protective. The relatively androgynous that can b relied upon. The computer mother is a betrayer that cannot be trusted and the female representation of the monster itself is simply seeking to destroy. All three versions highlight the view that motherhood is alien, different to what man knows and understands and thus equal to otherness.
Aliens show us how important mother figure on Human being life; as an archaic figure and instinctual and biological phenomenon. Aliens is a metaphor of human being primitive conditions and all different dimensions of mother figures on different social circulation. By the other hand mostly primary fears reflect unconsciously our life and giving a direction through life which repressed fears of trauma. Life circle is an eternal-maternal system which creates a crucial psychological background as a paradoxical giving surviving syndrome.


[1] Page 40,The Spirit in Man , Art and Literature / JUNG
[2] Page 164,Gorgons /Dictionary of Classical Mythology, Penguin Reference

May 2006 & LONDON