28 Şubat 2017 Salı

SAINT SEBASTIAN, ALI PASHA, TRAMVAY DURAĞI


 SAINT SEBASTIAN
                                NEREDESİN?

hiç te bir gerilim filiminden aşağı kalmayan bir sahneydi.....
o yolda ben usulca ilerliyordum,
bir çok kişinin tercih etmediği bir orman yoluydu,
Mahler çalıyordu,
huzurlu, dingin bir orman yolu, 
yine birşeyler olmuştu canımı sıkan, ama iyiydim, araba kullanmak bana iyi geliyordu,
tıpkı yazmak gibi
tıpkı Stendhal sendromu gibi,

sonra ,
sonrasını bilmiyorum... ansısızın
o kareye bir geyik girdi,
geyik ve ben ters köşelere kaçmaya çalıştık, olmadı, olmuyor ki herzaman ...
yaşam seni kaçamayacağın köşelere sıkıştırıyor,

sonra müzik, araba  ve ben uçuyorduk, high değildik
ta ki bir ağaç bizim yolumuzu kesene kadar,
müzik devam ediyordu, benim burnum kanıyordu,
geyiğe ne oldu bilmiyorum...en azından arabada birlikte değildik....
bir süre bekledim...çarpışma anının etkisiyle
daha bir yatışmıştım,
daha bir soğuk kanlıydım,ılık kan boynunmdan aşagıya akarken ...
etrafıma bakıyor,
bedenime dokunuyordum.....
inanılmaz huzurlu, tatlı bir moddaydım....
hiç böyle hissetmemiştim....
başka bir boyuta gidip gelmiş olmalıydım,
etrafıma bakındım, ama Geyik yoktu, ne de Saint Sebastian ....
sanki über camp bir duyarlılıkta belireceğine ölesiye inanmıştım ki, tam bir Pierre et Gilles portresi
ölmüş olamazdım....
hayalimde ki, St.Sebastian bile ortada yoktu....
tuhaf olan aklıma ilk gelen bu portre olmuştu,
aslında El Greco'nun Saint Sebastian portresi beni çok etkilerdi,
Antonis Mor'da öyle ...
o anda Azizlere olan inancımı sorguladım,
sonra....hikayelerini sever ama onlara inanmazdım ...

ne mi hissediyordum...
rahatlamış.....
ve anın tekrarlarını düşlüyordum...gerçek mi düş mü?
buna ihtiyacım vardı....belki de ....

kaçıyordum, kaçıyorduk hep birşeylerden,
bana ne mi oldu?
ta ki kaza anına dek.....

nereye sürüyordum geleceğimi?
Neresinde takılı kalmıştım geçmişimin?
Öncesinde herşey çok mu üstüme geliyordu?
yoksa ben mi üstesinden gelmiyordum?

ensest bir geçmiş,
barok perdeler ağırlıklarınından kendilerini bile taşıyamıyordu,
bir de ortada hiç açılmamış koca bir valiz,
nereye koysan,
görünen....
nereye saklasan,
bulunan....

travmalar ince blueslar elşiğinde tramvay durağına vuran yağmurlara benzer,
sokakta öylece ıslanırsın....
ya da bir ağaca toslar kalırsın öyle....

şimdi ördekbaşı mavisinde herşey,
tenim porselen gibi,
damarlarımda Yves Klein Mavisi
benim işim de hiç kolay değil
ben de hiç kolay değilim
yahudi geçmişim mi? ensest geçmişim mi? camp geçmişim mi? ağır basan
aslında  İç Çekişler köprüsünden geçeli çok olmuştu.....
geçmişimle aramamızda asılı kalan birşeyler vardı....
hiç peşimi bırakmayan,
Komiser Javert ile Jean Valjean arasındaki ilişkiyi kıskandıran
ya da I.Francis  ile II.Mahmut arasına sıkışan
Tepedenli Ali Paşa, Yanyalı Ali Paşa'nın hikayesine paralel
Byron'ın lakabıyla Mahometan  Buonaparte...
Büyükannemin dilinden düşürmediği
benim de huylarımı benzettiği
ki bu benim asla onun cesaretine sahip olamadığım gerçeğini hiçbirşekilde değiştirmiyor,
nam-ı diğer Aslan Ali Paşa....
Sublime Port'a gövdesinden ayrılmış başıyla geri dönen....
ne de olsa ben yazmamıştım Ali Paşa'nın baladını
herkes kendi baladını yazarken....


huzurluydum,
rahatlamıştım,
şefkate ihtiyacım yoktu ...
sonra yarama iyi gelmeyen bir komşum vardı onu aradım,
hep canımı yakarak beni seven ...
hep bana sahip olmak isteyen, 
çünkü en çok o hoşlanacaktı bu manzaradan,
onu tatmin edebilirdim....
biraz sonra belirdi, ben hala  direksiyon koltuğunda oturuyordum, dudaklarım kanlıydı,
ve boynumda biraz kan ...birşey kesmiş  olmalıydı....
kapılar kilitliydi, beni pencereden çıkardı, gözleri adeta yerinden oynayacaktı, zevkle herşeyi mükemmel bir şekilde yapıyordu....
susuz gibiydi...her fırsatta bana dokunuyordu....
gözlerinde ki heyecan  orada benimle birlikte olmanın da ötesinde,
garip bir geçmişi de içinde taşıyan,
çok ta bulandırmak istenilmeyen,

ben kendimle olan sorunlarla boğuşurken,
o birden ortadan kayboldu,
bu bana iyi geldi, 
sonra karısından boşanmıştı, evden de taşınmıştı,
ne olduğunu bizde bilmiyorduk....
ben kazayı kimseye haber bile etmemiştim....bazen rüyamda geyiği görüyordum....
panikle, terle uyanıyordum...
ama onun dışında ben iyiydim....
geyikte iyiydi, 
çarpışma anını hiç aklımdan atamıyordum....
o sahne kafama kazınmıştı
o an hayatımdan hiç çıkmayacaktı
geyikler bir bir gözümün önünden geçiyordu...
çarpmanın şiddetiyle herşey binbir yere dağılmıştı,
herşey tuz-buz olmuştu,
kırılan parçalar birbirlerini bir daha tutar mıydı? 
yoksa açılan yaralar tamamiyle iyileşir miydi?
zamanla yerdeğiştirmelerini izlemek ruhuma iyi gelir miydi?
canımı acıtan şeylerden kaçabilir miydim?

artık birşeylere çarptığımda kırılmaktan korkmuyordum,
kanın akması da beni endişendirmiyordu,
zaten hep kanıyordu... her an ....herşey.....

kaza sonrası ne mi oldu bana, bilmem ki.....
ruhu işkence görmüş insanları anlamam kolaylaşmıştı,
insanların ihtiyaçlarını karşılamaktan rahatsız olmuyordum...
en azından onları hayatımda ki yerlerine oturtabiliyordum ..
günler geçiyordu, ırmaklar akıyor, leylekler geri dönüyordu ...
bir kaç gün sonra eskisinden bile daha iyi hissediyordum,
hissediyordum,
gündelik yaşam ritüelimde bazı değişiklikler iyi gelmişti,
hiçbirşeyi artık kontraol etmiyordum
rutinlerimin yanına yeni heyecanlar ekledim,
sonra ben evi baştan aşağıya boyadım,
daha iyi görmek için gözlük kullanıyordum,
artık sigara içmiyordum,
her sabah düzenli olarak yüzüyordum,
saçlarımı artık boyamıyordum.....

XX8 / II/ MMX7


.









23 Şubat 2017 Perşembe

oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu...part II


"oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ..........."

Sen işte öyle pembe bulutların üstünde savuluyordun,
yıldızlarla birlikte ....
o günden sonra olanlar oldu sana,
kayboldun bir ilkyaz gecesi,
Neo-romantikler bile buna bir anlam veremedi,

ben tuz buz, sanki çocukluğumda kırdığım fağfur kase'nin yaratttığı travmaya paralel,
birşeyleri içimden söküp aldı,
anneannemin gözyaşları aslılı kaldı,
kimse o anın tablosunu yapamazdı,
sanki  o duygu orada asılı kaldı yüzbinlerce yıl,
sanki o bir an değil di, yüzyıllara yayılan....

gelelim sana.....

sanki kolera günlerinde
seni bana anımsatan hikayeler peşinde
koşulsuz perperişan ....

nedenleri bulma oyununda,
nedensiz gidişinin yanılgılarında
anlamadım ben hiçbirşey...
belirtiler, emareler, görüntüler kafamda,
ama insaf, herşey yerliyerine otururken, nasıl oldu ?
O günlerde...

Debussy'i Rachmaninoff 'a tercih etmedin sen.... 
Metro'da ineceğin istasyondan önce inmeyip, yürümeden, o istasyon'da inmedin sen
sol elinden sağ eline kalemi almadın sen, 
Murakami'yi bir gün olsun başucundan kaldırmadın sen,
oysa ki  Pippi Långstrump'u sende en az benim kadar seviyordun ....
benim sevdiğim şeyleri seviyordun sen....

saçlarına düşen aklara güldün geçtin,
Aschenbach Sendromu sana hiç yakışmazdı,
sonra kedimiz Tako'nun beni daha çok sevmesine hiç gocunmadın,
ama senin koynunda  uyumasına da aldırmadın,
adını ben koyarken, ahtopot mu ? neden diye sormadın....

Arles'da beni antik tiyatro'da öptüğünü herkes gördü
herkes şahitti, ay, yıldızlar
kırlangıçlar .....
bütün bir evren,
tüm bunlar olmasa anlayabilirdim,
algılayabilirdim,
ama sen gittin...ben de gittim ....

alışkanlılıklar , bağımlılıklar yerdeğiştirir mi kimi zaman
hele ki senin gibi bir adamda
olasılık yoktu, hiçbirşeye,
hele bu gidişe,
bu yoklouşa,
sırra kadem basmaya.....
sen ben de Stockholm Sendromuna yolaçtın, beni kaçırdın, ve kendine hapsettin,
sonrası yok....ve beni yokluğunla başetmenin ağırlığıyla bir başıma terkettin....
anladım ki sen beni hiç sevmedin.....

XXIII / II / MMXVII

oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ....

   "oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ..........."

Sen işte öyle pembe bulutların üstünde savuluyordun,
yıldızlarla birlikte ....
o günden sonra olanlar oldu sana,
kayboldun bir ilkyaz gecesi,
karabatakları kıskandıran bir gizemde,

ben bin çaresiz ...ben biçare,
seni bana anımsatan hikayeler peşinde
koşulsuz senin peşinde....

birşeylerin senin ansızın çekip gitmenle ilgili tetikleyici bir etkisi olmalıydı,
ya da bana anımsatması gereken bir düşüş, bir duruş,
ya da nedensiz bir bekleyiş,
gerekiyordu,
elinden tutmam gereken birşeyler, 
kah aksak bir yürüyüş,
kah Kastilliano aksanının Meksikalı'ya kayması,
ya da alaycı bir tebessüm,
ya da aniden hiç girmediğin bir sokağa sapman... nedensizce
Casta Diva'yı sigarasız dinlemen,
organize serseri alpha adam bakışı, 
histerik bir şekilde bulmaca çözmen,
kahve fincanını ters çevirmen,
gazete bayii'ne uğramadan eve dönmen,
vardır ya bazı şeyler, sen osundur, 
bazı şeyler vardır ya sana dair,
gündelik yaşam ritüeline dair,
sensiz ve alışkanlıkların olmadan olmayan,
işte öyle birşeyler.....

oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ....

belirtiler ve semptomlar sanki bir tuzak, 
umarsız, kaygısız, endişeden uzak saklanman
ansızın Macau'da soluğu alman,( ha belki burada yanılabilirim, Lisbon olasılığı  ağır basabilir)
ya da hiç gitmediğin San Luigi dei Francesi Kilisesinde ağlaman gibi ....
Japon The Yamazaki Single Malt'ı Hibiki'ye tercih etmen gibi,
birden elinde Tipping the Velvet romanını okumaya başlaman, 
ansızın Kazuo Yamazaki animelerine dair konuşman,
bunların hiçbirine ait bir hikaye dahi yok ....

Aslında herşey normal gözüküyordu, hiçbir ipucu, hiçbir emare yoktu,

 hayat işte, yanılgılarla dolu,
ya ben seni tamamiyle yanlış tanımıştım,
ya da ben tamamiyle kafamda kurgulamıştım, 
ya da senin çekip gitmiş olma gerçeği,  benim içime Mekong Nehri gibi oturmuştu,
Hiç anlamadım neden böyle ansızın köşedeki büfeden sigara'ya deyip, sırra kadem basmıştın....

XXIII / II / MMXVII




,


21 Şubat 2017 Salı

SEN, BEN VE MURILLOPHOBIA



 SEN, BEN VE MURILLOPHOBIA

görüntüler kafamı bulandırırken
kirletirken transparan geçmişimi ki
belki de hiçe sayarken kendimizi
başka bir aşk bu....
ikimizinde fildişi kulelerini topa tutan,
yerlebir eden,
yıkmakla kalmayan,
toz ve küller içinde
topyekün  kanlara bulayan ....
Napoli'deki Castel Nuovo'nun kanlı geçmişiyle yarışan..
Aragon ve Bourbon kanlarından da koyu ....

ağlama duvarında susuz bırakan,
İç çekişler köprüsünde çakılı kalan,
Pont Saint Bénézet Köprüsünden karşıya geçemeyen,

ağlama......
ben ağlayamam ki....Yeruşelayim çok uzak....

seninle başlayan bir dizi gariplikler girdi hayatıma
nedensizce,
sessizce,
gizlice,
suallsizce, sorgusuzca, usulca....
öylece,  ansızın, bir anda.... oluverdi herşey .....
olmayacak şeyler oldu, kendi başına,
nedensiz....

dinle bak, sen de bana hak vereceksin....

o yaz birden tüm alerji belirtilerim kesildi,
artık anti-histamin kullanmıyordum,
başım dönmüyor, kaşınmıyordum.....
 ilk yaz beni seviyordu, bedenim tepki göstermiyor,
herşeyi dozajında kabulleniyordu, 
hassasiyetini yitiriyordu,
mutluydum, belki de bu yüzden .....

evet, artık istiridye ye olan alerjim de
birden.... ansızın, apansız yokoldu,

Annemim Murillo tablolarına olan düşkünlüğünü bir türlü anlamazdım,
o gerçeklik
o çıplaklık,
o masumiyet
bana çok itici gelirdi, çok acıtır, çok kanatırdı,
o yüzden hiç sevememiştim Esteban Murillo'yu ...
Münih'teki Alte Pinoteka'ya da bu yüzden hiç gitmemiştim...
adım atarken bir Murillo'yla karşılaşma korkusu, nasıl tanımlanabilinir di bu korku,
Murillophobia, ben kendi fobi ve fililerimle hayata tutunmuşken,
sen bunları bir bir ezip geçiyordun, annem gibi barışıktın herşeyle....
oysa benim kurallarım vardı,
oysa benim sınıflandırdıklarım,
oysa benim kategorize ettiklerim,
binbir türlü labirentimsi semptomlarım
onlarla yaşamaya alışık olduklarım, alışık olmadıklarım,
tanıdık olduklarım,
yabancı olduklarım,
yalancı olduklarım,
sevdiklerim, sevmediklerim
vardı.......

hele Hatice Sultan'nın(zat-ı şahaneleri büyükannem) favorisi olan William Bouguereau'da sinirlerime hiç iyi gelmezdi, 
o kız çocuğu portreleri, 
o pembe al yanaklı, sağlıklı çocuklar, .... hastalıklı gibi gelirdi, 
boğardı beni.....
o tabloların yıllar sonra,  garip bir tesadüfle hayatıma girmesi, 
ki ben tesadüfe inanmam, 
hiç hayra alamet değildi,
sende onlarla birlikte omuzlarıma çökmüştün,  

sonra, Noel'ide hiç sevmezdim, 
ben  seninle Noel'i kutlamaya başlamıştım, 
gerçi Mistletoe altında öpüşmek beni herzaman heyecanlandırmış, 
hep o hikayeyle olan bağlantıyı kafamda canlandırmıştım....
Balder'in annesinin gözyaşları hikayesini dinlemek istemiştim, 
ama ben yalnızca seninle öpüşmek istiyordum
ve bu yüzden hikayeyi sana hiç anlatmadım, 
sende bana hiçbirşey sormadın gerçi ....

seninle tanıştıktan sonra kıskançlıklarım arttı,
yollar boyunca elini tutmadan yürüyemediğim günleri kıskandım,
senin o tabloya bakarken gizleyemediğin hayaranlığın olmak istedim ben, 
elinin dokunduğu kitapların, 
bedenini saran kumaşların kokusunu sever olmuştum,
taktğın gözlüğü kıskanır olmuştum ben, bazı anlar o gözlüğü takıp 
o kareden nasıl gördüğünü, evreni nasıl algıladığını, algılamaya çalışırdım.... 
sense bazen beni yakalayıp, gülerdin, gözlerine acımıyormusun derdin ....
sonra yemek yemeyi seven ben, 
yanında yemek yeme ihtiyacı hissetmiyordum, 
sen vardın ya ....
senin varlığın doyuruyordu ya beni,  
bir dokunuşun, bir gülüşün....
iştahımı kaybetmiştim ben,  beni iştahlı kılan tekşey sendin, 
yemeksiz yaşamayı ben senle öğrenmiştim....
aç değil misin dediğinde, nasıl bir açlık tı ki o....
sana, seninle olan düşlere ve gülüşüne....

senin ellinin zerafetini, 
gülüşünün sıcaklığını, 
sesinin rengi, tonu, samimiyeti,
duruşunun asilliğini....iştah olarak adlandırmak düşüyodu bana, kanibalist bir dürtü bu, 
atalarıımdan miras kalan .....

işte böyle birşeydi seninle olmak, 
ve sensiz olmak .... 
Borges Kitaplığında kaybolmanın da ötesinde,  
Coyoacán'da Anahuacalli Müzesin'de yokolmak....
ya da Santa Croce Bazilika'sında körolmak gibi birşey .....


ve şimdi sen yoksun,
ve ben neredeyim bilmiyorum ....



XXI / II / MMXVII


20 Şubat 2017 Pazartesi

HEY ANGEL

 HEY ANGEL

Chris'in sesi değerken kanatlarına,
bilmediğim o coğrafyadan inerken,
İkarus'u kıskandıran gururun,
mağrur ve ısrarsız duruşun,

Muson yağmurlarıyla yıkanmış antik yıkıntıların üstüne,
kurumuş bir nehre inen Albino bir Tavuskuşu,
renklerin ötesindeki,
maviyle başetmeye çalışan yaralarıma değen,
beni high yapan

bir melek ....Michaelangelo'yu kıskandıran
susuzluk gibi birşey seni bana çeken ....

unutulmuş tapınaklarda aramanın yanılgısı
klaksiyon sesleri
kentin kurumları
vebaya yakalanmış ruhlar içinde ....
.... sen inerken yere,
susuzluk ne ki.....anakronik ve timeless bir duygu

Hey Angel , gel beni bu ağırlıktan kurtar,
Hey Angel, gel beni bu parthenogenesis varaoluştan kurtar
Hey Angel, gel beni bu tenden kurtar.....

kente bakan bu terasta.....
kimse bana söylemedi kolay olduğunu,
ki sen yıldızlardan inerken kirletilmiş yeryüzüne....



XX- II - MMXVII

19 Şubat 2017 Pazar

KUM FIRTINASI


KUM FIRTINASI

Kader kimi zaman sürekli yerdeğiştiren küçük kum fırtınalarını hatırlatır,
sen her yönünü değiştirdiğinde,
o da seninle yönünü değiştirir
ve seni kendi eksenine sabitler
ve bu Atlas'ın yazgısına paralel yenilenir,
tekrar, ve tekrar.....
Ve Senin  ....fırtına sonrası nasıl ayakta kaldığına dair hiçbir fikrin yoktur,
tıpkı güneybatıdan esen rüzgarlara yabancı olduğun gibi.....
tıpkı o günlerde çektiğin başağrılarına yolaçan o rüzgara,
adını bile bilmediğin bu rüzgara.....
sonra o Boreas
kuzeydoğudan çıkıp gelen,
sende takıntılı haller yaratan .....
beni soğutan ....seni sen olmaktan alıkoyan .....

Ve sen hiç sorgulamazsın,
tıpkı neden melankoli sarar seni ılık rüzgarlarda,
ya da neden İtalyanlar duvarların kulakları var der,
ya da neden Camões'in dilini algılayamadığının yanıtını aramazsın....

Benim bilmediğim çok şey var,
sana dair,
hayata dair,
kırlangıçlara dair, 
neden  kırlangıçlar kışın ortadan kaybolur,
nereye saklanırlar, nerede gizlenirler? 

gel, otur yanıma ...
anlat
benim kulaklarım aç,
gözüm tok.....
gel biraz,
bak uysallık sana yakışıyor....
kendine çektirdiğin eza .....bana da bulaşıyor ...
gel , ....otur
biraz dinlen ....
ben hazırken.....

XIX / II /  MMXVII

GALLIANO

GALLIANO

Yeniden yazmalıydım
ne tutuyordu ki beni,
peşisıra patlayan bombalar,
komşu Perihan'ın kedisi,
çalıştğım şirketin Borsa'da düşüşü,
yoksa Elisa'nın tatlı bonbon şekerleri,

Ne tutuyordu ki beni, senden , kendimden, diğerlerinden,
kendimi alamadığım
içine alamadığım,
Ne daha çok korkutuyordu? korkutabilirdi ?
yazamamak,
belirsizlik,
belirlilik,
bellek oyunları,
ya da Galliano'nun damağımda bıraktığı tat,

bir yaz sabahı,
Porto'da Lello/Irmao'da oturmuşum,
kafamda binlerce mavi kuyruklu tilki,
peşisıra mavi köstebekler,
Pina Bausch yanımdan geçiyor,
o an da sen Kastro sokaklarında bir yaseminin altında oturmuşsun,
yarıdan biraz eksik mavi hissediyorsun,
üzerinde mavi beyaz pötikare bir gömlek,
süeterinde Strand kitabevinden aldığım bir rozet,
beyaz ayakların çıplak,
güneşe pek çıkmamışşın bu yaz,
ya da bana öykünüyorsun....
yüzünde bir sen gülümsemesi,
beni kendine hayran eden,
beni kendinden geçiren, 
tıpkı ellerinin zerafeti gibi,
tıpkı dilinin damağımda yarattığı sismik sarsıntılar gibi ...

elinde annenin eski bir fotoğraf karesi,
Annie Leibovitz için ideal bir malzeme olduğunu hissediyorsun bir an
ama çabucak kafam karışıyor,
uzaklaşıyorsun o andan,
ben kafanı kurcalıyorum, bunu hissediyorsun....
içeri de seni bekleyen soğumuş kahvene dönüyorsun....


ikimiz de biliyoruz ki, ayırt etmek ne zor
Livraria Bertnard'la  ikisini
Martılar mı fayanslar mı?
belki de tek tanıdık artı, Majestic Cafe'ye yakın olan
ve bir o kadar da Gin Galliano ikilemi....
ya da eksenine sıkışmış olmamız....

ama kafanda... sen... bensiz yapabilmenin yollarını arıyorsun,
ve.... ben... bu köhne, bu dekadans Atlantik kentinde seni bekliyorum
elimden  gelen ve bana bıraktığın tek şey bu ....

XIX- II-MMXVII


18 Şubat 2017 Cumartesi

BERLIN

BERLİN

Biliyor musun?
Ben Berlin'i hiç sevemedim,
sevemedim bir türlü
sevemedim bin türlü....

oysa ki bunun seni tanımamla hiç bir alakası yok!
bunu ikimizde biliyoruz....
Linden Strasse'den geçmemiş olamazsın.
ki benim yanımdaki Azuki Mavisi Japon kızı görmemiş olamazsın....
hani şu Lodos'ta rengi Kyoto Mavisine çalan...
boş ver, nasıl hatırlmazsın yanlış bir soru,
pek nasılsa hatırlamadığını sorgulamadığım Ihlamur ağaçları  gibi bir şey olsa gerek ...

Nasıl hatırlamazsın?
William Kentridge oyunlarını

soğuktu, çok soğuk
serçeler kafelere sığınmışken
Berlin sessiz, Berlin dilsiz
No Geist
ne de uzakta Bruckner sonatları....

bin türlü olmamışlıkların ötesinden
bin türlü yaşanmamışlıkların ötesinden
geçerken

Weimar çok uzak
tıpkı Tuna gibi,
sıcak sulara akmaya çalışan,
Besarabya'ya yakın ...

Berlin, Marlene kadar soğuk
sisli ve onun sesi kadar karanlık
üstüne bir o kadar
puslu
buğulu ....
kaçamıyor insan D.Libeskind'in kurduğu tuzaktan,
Berlin bir trap, çıkış yok
Berlin'de sesler duyulmuyor
Anne...anne....
ben babamı unutalı çok oldu
üstüne Klein Mavisi Moleskin'imi de unuttum,
nereya karalarım kara geçmişimizi Berlin'de........

XXVII/ I / MMIV duc de smyrne