12 Nisan 2017 Çarşamba

SELF PITTY SENİ KURTARMAZ


gitmem gerekti
gitmeliydim bir başıma
uzaklara
hem de çok uzaklara
uzayda bir kara delik bekler beni
Ella'nın sesi misali 

tutamıyordum
tutunamıyordum
tutulamıyordum
hiçbir yerde 
hiçbirşeyde
hiçbir şekilde 

neyin lanetini üstümde taşıyordum ki
Olympos Tanrılarının izni olmadan
ve nasıl bu lanet kör etmişti ki onları
kukakları görmez
gözleri duymaz
Magritte tablosundan çıkma bir vakit
belki de çalınmış...

taşikardi kronik bir hal almıştı
içimdeki Dorian Grey
beni terketetmekle tehdit ediyordu
annem Rossio İstasyonundan trene binmişti
ve eve hala dönmemişti

Nif dağından güneş batarken
Spil Dağına paralel
Hermos nehrinde çoçukluk anılarımı yıkamıştım
Nifler  şahitti buna
ta ki Pan ortalığı karştırına kadar

Tromso kıyılarında yüzen balinalara eşlik eden dalga sonatlarına paralel...
Aurora Borealis özlemi içime girmiş
bedenime giydim tüm o renkleri
ve her nefes alışımda farklı tonlar içinde 
terminiojisiz bir bütünlüğe soyunurken 
Dante buraya düşse idi İlahi Komedyayı nasıl yazardı sorusunu sorduran 
ama kuzey ışıkları değil bu....  
Aurora Australis, güneyde bir yerdeyim 
Atacama  ile  Pinnacles Çölü arası,
Laponya'ya uzak ....


swing çal be Sam
pin up kızlar sarsın etrafımı
hezarpare olmadan  kaçmak yok......

X / IV / MMX7








6 Nisan 2017 Perşembe

Hội An'da ki Japon köprüsünden geçemedim ya, tamamlanmamışlar ekseninden nasıl geçerim ....

Ne köprüler geçtim ne köprüler yaktım
Hội An'da ki Japon köprüsünden geçemedim ya ....
işte beni öldüren de bu....

Sen, Orwellian bir ülkeden geliyordun
ve özgürlük seni kamçılıyordu
yıllar sonra konuşma yetine kavuşmuştun sen ...

nasıl oluyordu tutuk kalıyordun
ki ben sana ölesiye tutunuyordum

sen korkusuzdun
benim korkularım vardı
benim acılarım vardı
senin düşlerin
içinde ben olan
senin Saramago kitapların
benim kedim
senin menekşe mavisi gözleri olan kızkardeşin
benim eczacı bir teyzem,
senin dinlenmemiş hikayelerin vardı
benim mavi yazan kalemlerim ....

Cyrus'un silindirini ikimizde görmüştük
ve Salisbury Katedralinde Magna Carta önümüzde dururken ağlamıştık
çıkışta Constable tablolarını kıskandıran güzellikte ki portreye saklanmıştık
senin ve benim maceralarım olmazsa biz olmazdık
aslında bizi biraraya getiren  tesadüflerden de kaçamazdık

ben uçağı kaçırmıştım
sen treni
ben plan yapmamıştım
sen yapmıştın
Chefchouen'a ben Felemenklerle ilerlerken
sen yalnız geliyordun
ve o gece
yıldızlar daha bir parlak 
ve etrafta
tuhaf bir serinlik vardı,
gül kokuları mavi köyü sarmıştı ....
ve sen verandada yıldızlara bakıyordun
ben verandada sana bakıyordum
çıplak ayaklarınla
yanmış tenini saran krem keten gömleğin ve tone sur tone kapri pantolonun
uyumsuz çocuğun uyumlu halleri
ben de New York'ta Strand Bookstore yakın,
ABC mağazasından alınmış
üstünde sanskritçe bir şeyler yazan
rengi fuşyaya çalan
ipek bir şal, belimi saran
üstünde beyaz keten bir gömlek

tenin hiç olmadığın kadar koyu
bense hiç olmadığım kadar beyaz
saçlarının rengi iyice açılmış
gözlerim daha bir atlas yeşili
seninkisi ise meandros mavisi
sen ki hiç meandros'ta yüzmedin
ben çöl buyunca her tarafımı sararken
sen hertarafını açmıştın
güneş her tarafını yakmıştı ama mutluydun....

sonra ben sana Konichiwa dedim...
ikimizde kendi dillerimizden farklı bir dil konuşuyorduk
senin ki çok netti,
ele veren kendini,
benimkini anlamanı beklemek hata olurdu,
sormak ise senin pek te tarzın değildi
sonra güller hep aynı kokar mı diye sordum
sen bilmiyordun
başını döndüren şey neydi
ben mi güller mi
pek bi anlam verememiştin
Damask gülü ile Morocco gülü arasında ki fark neydi acaba?
Ouarzazate gitmeliydik dedim,
hiç duymamıştın orayı

sonra bana çölü antattın
çölde neyi arıyordun ki?
ben birşey aramıyordum
aramayı yıllar önce bırakmıştım,
seni merakla dinliyordum
aslında hep sen anlatıyordun ben dinliyordum
ve bu ikimize de çok iyi geliyordu...
bazen yolda birilerine birşeyler anlatmak istersin ya
işte o an girmişti içine
ve ben o ana hapsolmuştum....

içinden birşey seni çağırmıştı buraya
söz geçiremediğin birşey
söz dinletemediğin birşey
dillendiremediğin birşey 
seni dinlemeyen
eyleme davet eden
ve sen buna kulak vermiştin 

benim de içimden birşeyler seni çağırmıştı
La Giralda kadar büyük
Al Koutoubia kadar eski
ve ben bunu biliyordum
ama sana söyleyemedim nedensizce

burada kalmaya karar verdik
sanki buradan çıkarsak büyü bozulacaktı
içimize öyle bir korku yerleşmişti

otel'e başka başka insanlar gidip geliyor
ama her akşam ikimiz veranda da adını bilmediğimiz yıldızlarla başbaşa kalıyorduk
nedense
herkes çok meşguldu
yetişmeleri gerekiyordu biryerlere

ben ruhuma iyi gelen şeylerin peşindeydim
sense kendi gümüş tilkilerinin peşinde 
ruhumu doyurmalıydım
ve çöl beni çağırmıştı

sense çölün sırrını istiyordun
sırlanarak bulabilirdin onu
ama önce sırlarını açmalıydın
beklemen gerekiyordu
ta ki çöl sana el verene kadar 

çöl beni çağırdı
ve sen oradaydın ....

bazı şeyler tamamlanmaya koşarken
bazı şeylerde yarım kalmalıydı
ve bazı hikayeler gizli
ve hiç dinlenmemiş
tıpkı sen ve benim bitmemiş hikayelerimiz gibi...

sen beni görmedin
aslında ilk ben seni görmüştüm 
ama görünen o ki bizi Rif dağlarında bekleyen rastlantıdan ikimizde kaçamadık......
o nisan akşamı
çöle ve yıldızlara yakın

III / IV / MMX7

24 Mart 2017 Cuma

Château d'If 'ten kaçış planları ....


içimde garip bir Bakunin ve Rosa Luxemburg yetmesi
içimde devrimden yenik düşen prensler

içimde erimeyen bir buz
bir kütle
orada durarak kendini hatıralatan ....

içimde kanji metinler
hiç durmadan savaşan

içimde ötekilerin benlikleri
ötekilerin tüm olmamışlıklarının blues hali

içimde hiç uçmayan bir pelikan
hep o limanda bekleyen

içimde olmamışlıkların bin hali
olamadıklarımın Alice mavisi

içimde erken açan badem ağaçlarının çiçekleri,
içimde uydusu olmayan gezegenler

içimde Ravel'in bitmemiş sonatları,
içimde Whalt Whitman 'ın hiç yazılmamış metinleri

içimde bir  Château d'If
kaçışı olmayan 

içimde bir kum fırtınası sonrası
kollektif bilincin taneleri gibi
her yeri saran kum tanecikleri

içimde bir saat
yelkovan ve akrebi ters yönde ilerleyen 

içimde bir sen
hiçbir yere oturtulamayan
hiç içimden çıkmayan .........

XXIV / III / MMX7

22 Mart 2017 Çarşamba

CARRY GRANT FİLMLERİ İŞE YARAMAZ NE DE MELANKOLİ


............................ "Even in Arcadia, there am I"................
senin gitmenle hayatımız alt üst oldu
düzenimiz bozuldu
hayatın ritmi
şarkıların tonu
piyanonun akordu
güneşin Alice mavisine kaçan rengi
herşey bambaşka görünüyordu
hayatım resmen iki döneme ayrılmıştı 

sen gitmeden önce
ve sen gittikten sonra ....

işte burada, benim hikayem de yeni başlıyordu

o günden sonra
bana birşeyler oldu
birşeyler yolunda gitmez oldu
Turnalar bile yönünü şaşırmıştı ....

bu kenti pek sevmez oldum
ahaliyi pek bi sevimsiz buldum 
hafta Macau'da rulet masalarında başlarken
körkütük, fena halde sarhoştum, 
Saigon'a gidene kadar geçen günler  boyu kendimi oyalayabilirdim
hatta malarya tabletlerini fillere yediriyor
hastalığa yakalanmak için her yolu deniyordum
sonrası keza muson yağmurları...
avunmak için birşeyler yaratabilirdim....

kendime yeni meşgaleler edinmiştim
eskilere sorarsak elzem olmayan şeylerle, abesle iştigal ediyordum....
yeter ki senin çıkıp gittiğin anı hatırlamamak için....
sırf senin unutmak adına japonca öğreniyordum,
kanji metinleri yutmuş
katakana konuşuyor
hiragana yazıyor...
Katanamın kestiği yerlerin acımamasını endişesiz izliyordum

ama zamanın aleyhime işlemesine aldırış etmeme yetimi kaybetmiştim bir kez.....
fuşya ve fulya kokan yağmurlar sonrası bilinmez bir boşluk

saatler geceyarısına,
ben uykusuzluktan uykuya teslim olana dek,
Okyanuslar Ansiklopedisini bin yüz 77 kez
Carry Grant filmlerini yüz 7 kez,
yukarıdaki tepeye cıkarken bin yüz 22 basamaktan oluşan ve  sonrasını unuttuğum tepeyi,
ve unutmaya çalıştıklarımı yüzlerce kez hatırlamanın acısını kaç kez tekrar etmem
ve etmemem
arasında geçen zamanı,
ben bile hatırlamıyorum şimdi....

bazen Paris'e sığınıyordum,
o günler Oscar Wilde'a mezarının başında oturur ona saatlerce Murakami okurdum,
o günler, olur da dekadans bana panzehir olur,
olur da Gar de Lyon'da karşılaşırız
olur da  St.Martin kanalından bisikletinle geçersin...
hep bi seni görme umudu taşıyan bir ben
ve umuduna yenik düşen
kölesi olan bir ben .....
ki Paris'i sevmeyen ben....

kimi zamansa Alfama'da
Fernando Pessoa'yı takip ederken buluyordum kendimi,
onunla sokak ortasında tartışırken,
birden
etrafımı saran garip ifadeli adamlar ve kadınları görünce....
toplum içinde kendi kendine konuşmanın genel adap kuralları içinde ayıp kaçtığını hatırlar,
utanarak oradan uzaklaşırdım....
halbuki ne var ki bunda, ben kendi kendime bile söz geçiremezken,
biraz kendimle konuşmanın kime ne zararı olabilirdi ki ....
aslında ben Fadistaların çığlıklarını bile duymuyordum,
adeta kör oldum, duyamıyordum....

kuzey ve doğu enteresandı,
ama ben hep güney ve batıya açıktım.....
Èze Şatosunda birkaç gün soluklanmak belki beni rahatlatabilirdi,
ruhumu terbiye etmem gerekiyordu,
ağustos böceklerini dinlemek,
transparan kertenkele avına çıkmak,
şato içinde kaybolmak
ve sınıra yakın olma  düşüncesi,
ama içimde hep bir Boris Vian...
sürrealist kaçamaklar,
canımı yakan yakamozlar ....

Roma da iyi gelirdi, Trastevere ye yakın bir yerler
tepeden Roma'ya bakamak
Piazza San Egidio'da  Cinema Pasquino'ya uğramak
Alberto Sordi ve Anna Magnani izlemek
ama unutmaya yetmez ki....
Tevere nehrinin altından çok sular aktı,
dili yok ki mermerlerin Roma'da anlatsın...
benim de dilim yok ki anlatayım....


ama benim kentim Tanger'di
orada ki his hiçbir yerde yoktu,
bir adım atamayabilirdin
ve orada hapsolabilirdin,
çok uzak ve çok yakındı....
hava aynı anda yasemin ve tehlike kokuyodu,
bu rüzgar Atlantik'ten mi yoksa Mare Nostram'dan mı geliyordu kestirmesi zor,
Paul Bowles bile bunu bilmiyordu ....
hikayeyi ise Sarah Walters yazsa bitiremezdi ....
çölün masallarına ihtiyacım vardı
bir de uyumaya ....


o sıralar
imsomniayla tanışmıştım, 
ve uyku da beni terketmişti
uykuya tam teslim olacakken
Nyks'in oğlu Hypnos'un kanatları düşerken
tam kendimden geçerken
tutamıyordum kendimi
garip bir nöbet sarıyordu beni ve evreni
saatin tiktakları
önce boğaz kıyılarına
sonra
vuruyordu içime
engel olunamayan tsunami misali

herseye katlanabilirdim ben
ama birtek
senin beni bıraktığın bu kent bırakmıyordu beni,
geçmişimizi
ve seni.....
içimde taşıdığım hayallerimi...

XXII / III / MMX7


Respice post te! Hominem te esse memento!

            Respice post te! Hominem te esse memento!

Renoir'ın Seine Renginin mavisi olsa gerek
içimdeki kobalt mavisi bir Oscar Wilde 
hergün intihar ediyor
her leylak akşamı
Alsace Oteli'nde
Saint Germain des Prés Manastırı'nda ayaklarımı buz kesiyor...
gitmiyor hiçbirşey yolunda
hiç birşey beni kesmiyor
aksine ne de yolumu kesmiyor .....

çiçek, kafatası ve kum saati....
yaşam, ölüm ve zaman döngüsünde.... 
sanki post-Poussin sendromları
tanımlamak adına yola çıkılmış
sonrası çıkışsız bırakılmış
Memento Mori....

Arkadya uzak sana, bense yakın ....

*Respice post te! Hominem te esse memento! Arkana bak, sadece bir insansın, hatırla !!!

XXII / III / MMX7

21 Mart 2017 Salı

EDWARD HOOPER VE UZAY

......gizlenemezsiniz, gelir sizi bulur söyleyemedikleriniz.....

sözler nereye gizlenmişti?

nereye bırakıp gitmişlerdi...
nereye saklanmışlardı?
hiç söyleyemedikleriniz...
hiç söyleyemediklerimle beraber
hiç adını bile anmadıklarınız
Hepiniz...
ve herbiriniz?
hiç itiraf etmemiştiniz,
ve hiç bu kadar kolay olacağını dile getirmemiştiniz....

bunlar sizin zaaflarınızdı,
ve  bu yüzden oyuna eşlik etmek zorunda bırakmaktı niyetiniz...

Siz, o sükunet ve sessizlik altına sığınırken,
kendi yalanlarınızla
aslında sükunetiniz
hiç te asilliğinizden
hiç te mağrur duruşunuzdan,
hiç te masum duruşunuzdan,
hiç te gururlu duruşunuzdan,
değildi...

boştu ...
uzay kadar, Gobi çölü kadar,
oksijensiz bir gökyüzü kadar....
Edward Hooper kadar....
tarififsiz bir boşluktu sizin ki....
yukarıdakilerin kıyısından bile geçmeyen....
ama ben bunu tarif edemem ki...
siz en iyi bilirsiniz,  o boşluğu....
benimkiler yine anlam yükler,
öteye taşır,
ötekileştirir
özelleştirir .....

sükunetiniz hainliğinizden,
sessizliğiniz kibirle aldanmış
ve aldatılmış
yalanlarınızdan ve inanmak istediklerinizden ibaretti...
sessizliğiniz nefret içinde boğuluyordu
ve siz bunu göremeyecek kadar çoktunuz
ve siz bunu göremeyecek kadar cahildiniz ...

ve bunun hiç te affedilebilecek bir tarafı yoktu...
ve anlaşılabilir bir tarafı yoktu,
ya da elle tutulabilir bir tarafı....
ya da sizi haklı çıkartabilecek bir yanı...

ve siz o yokluk içinde
yok olmaya mahkumdunuz .....


XX / III / MMX7





20 Mart 2017 Pazartesi

KEÇİ AYAĞI & SÜBYE VE HAVANA


KEÇİ AYAĞI & SÜBYE VE HAVANA

iyi geliyordu şiir yazmak,
kendimi özgür hissediyordum ve de mutlu ....

iyi geliyordu bu hava,
iyi geliyordu bu kent,
bu basamaklar,
kentin mavisi, martılar 

sen bile iyi geliyordun....
bütün ağırlıklardan kaçabiliyordum
kendimden bile...
tamamiyle bendim,
olmak istediklerimden de öte,
dayatılanlardan da öte ....

canım hiç olmadığı kadar Feride Teyze'nin yaptıgı keçi ayaklarından istiyordu.....
canım saatlerce dedemle yürüyüp Havra sokağının bir köşesinde durup, doya doya sübye içmek istiyordu.....
canım hiç olmadığı kadar Havana sokalarını arşınlamak,
canım hiç olmadığı kadar Chagalle tebessümüyle yürümek,
Yayoi Kusama'nın renkli dünyasında bir puantiye dönüşmek,
Alice'in Harikalar evreninden kaçırılmış hissetmek gibi....
Meriç kıyısında  bir Ayçiçeği tarlasından yıldızlara bakmak gibi....
bir Wong Kar Wai  karesinde köşeye oturup sessizce olan bitene tanıklık etmek gibi
birşeyler....

canım delicesine sarhoş olmak, ve  bilmediğim, tanımadığım insanların hikayelerini dinlemek istiyordu....
dünya beni beslerken, kendi küçük dünyamızda anlamsız gaileler içinde mızmızlanmak,
yok saymak,
ayıp kaçmıyor muydu?
koskaca galaksi ve evrenin ihtişamı altında
insanoğlu beni hep güldürüyordu....

ki ben buna hazırlıksız yakalanmıştım....
ancak öyle kendime gelebilirdim,
ancak yeniden ümit edebilirdim,
ancak yeniden çocukça şaşırabilirdim,
ancak yeniden sevebilirdim.....

X7 / III / MMX7






Maputo'dan güneye inme, ama sen yine de beni orada bekle ....

 ......Maputo'dan güneye inme, ama sen yine de beni orada bekle ....

Oh Land'ın sesi içimde,
bir ördek sürüsüne paralel,
hep bir açı içinde ilerleyen

o günlerde biz başka coğrafyalarda
başka ağaçların altında oturuyorduk, 
baobablar da kum fırtınalarından çıkmışlardı ...
üstelik bir tek sen değilsin ki yıldızlardan kopup gelen....

başka ruhlarda geziniyor içimizde
dışımızda....
bak bir melek charleston dansı yapıyor
ve sen uyuyorsun orada ... mavi bir mercan adasında
iki güneş aynı anda batarken
sen henüz 
Maputo'dan güneye inmedin,
nereden bilebilirsin ki...
oradaki yıldızlar başka,
orada ki kiraz çiçeği başka,
oradaki nehirlerin yönü başka ....

kimdi bunu senin kulağına fısıldayan? 
Arşidük Franz Ferdinand mı bunu sana söyleyen?
aklımda kalan Omega ile Omicron arasında adının başharfleri
olamaz dı ki başka türlüsü,
olamazdı ki başka bir telafisi,
Hadrian'ın aşkı bulaşmıştı üstüne ....
senden beklenen de buydu ....

tutunamayanlar gibi.....
yoksa  Davit'in kentinden mi sürgündün sen,
karıştırdığım karmaşalardan mı?

ruhunu çalmışlardı bütün olanlardan sonra
ahh bonsai'lerin kocaman dilleri olsa da konuşşa....
susamışcasına ....


XIX /  III /  MMX7


SLOANE SQUARE / RAIN / JAMES FRANCO






                                                                                                                        JAMES 'e

her tiyatro çıkışında
yağmur altında ....
Sloane Square'de
boş bir bankta
seni bekliyordum
oyundan çıkmıştın
ve saçların ıslaktı...
terlemiştin...
alabildiğince kokun tüm meydanı sardı

bu meydanda pek bi anım yoktu
senden başka
basamaklarda oturup seni beklerdim
Royal Court Theatre çıkışları
yeter ki senin ellerin boynuma dokunsun,


hikayemiz başladığında
Sen çok fazla portakal rengi fransızdın,
kızdıkça puantiyeli bir Meksikalıya dönüşen ,
beni tanıdıkça fuşyaya çalan rengin....
bense mavi bir yağmurdan çıkmış yarıdan fazla İngiliz,
bir çeyrek beyaz Türk,
öteki yarım Meriç'ten kuzeyde biryerde bırakılmış ....

sana karşı tuhaf hisler içinde gidip geliyordum
ya da birden o duygularla mücadele eder hale gelmiştim.....
sanki Pekin'de kaybolmuştum
hiçbirşeyi okuyamıyorum
ben kanje bilmiyorum ki ....
nasıl çıkarım buradan....

sen benim Kanjem oldun....
sen benim kalemim,
sen benim havada asılı kalan elim .....
ben seni, ben düşersem tut diye sevdim....
duvardaki çatlaklar gibiyim şimdi...
artık rüyalarım yok,
artık hiçbirşeyi göremiyorum....

bu şarkı beni öldürüyor,
midemde kramplar,
kendi gettomda giyotine giderken
senin dudakların beni kutsamazsa ne olur
kulaklarını kesmiş Van Gogh gibiyim,
renklerim çalınmış
paletim çalınmış......

toksik bir madde gibi
yayılıyorsun bedenime, düşüncelerime
hücrelerime
beni bölüyor, kesiyor, çarpıyorsun
sen benim Pi sayımsın
daha ne olsun ....


transparan bir kutu  içinde,
kendi asitli idrarıyla yüzen bir Bizon gibi...
çıkışsızlığa açılan ....
bir eser olmaktan ibaret ....
bir modtayım....

bana ne yaptığının  farkındamısın James?
dün gibi hiçbirşey olmayacak.....
hiçbirşey dün gibi olmayacak ...
piyanomun tuşlarını bulamıyorum,
kalkıp bir De Chrico tablosuna saklanmışlar
tenimde ki ensestle birlikte....
o kadar yakınsın ki....

sen Mulholland Drive'da yolda ilerlerken
bedenimde Richter ölçegindeki sismik sarsıntılar
ve sonsuz taşikardi 
ben senindim
sende benim ....


....James, benim gidip gelen hallerim, senin güzel dudakların var
idare etmeyi geç olmadan öğrenmeliyiz,
ki sen ve ben
birbirimiz olmadan varolamayız ..........

James .... Cerith

XX / III / MMX7

18 Mart 2017 Cumartesi

SÖZLER NEREYE GİZLENDİ ....


SÖZLER NEREYE GİZLENDİ ....

tutunacağım birşeyler söyle....
bu ilkyaz serinliğinde ....
Rimbaud gibi,
Turner gibi ....
ya da Caspar David Fredrich'in tabloları gibi ....
".......sözler nereye gizlendi "......

XV / III / MMXVII

5 Mart 2017 Pazar

BÜYÜRKEN ROLLER DEĞİŞİR Mİ?


BÜYÜRKEN ROLLER DEĞİŞİR Mİ? 

amma çok kılık değiştirmiştim,
kılıktan kılığa girdim hayat boyunca

çok küçükken Pilot olmaktı amacım,
B-612 gezegenine gitmek,
ve yanındaki başka bir gezegene yerleşmek,
o yıllar hayatta en çok dayımın bana aldığı Atlas'ı seviyordum...
almanca kendimden de ağır bir Weltatlas ....
saatlerce başından kalkmıyor,
o coğrafyadan o coğrafyaya uçuyor, hesaplıyor, kesiyor, biçiyor
mest oluyordum,
küçücüktüm ama hayal evreninde heryere gidip gelmiştim,
bir de üstüne kendi ismimi verdiğim ülkeler ve kentler çiziyordum,
Smyrneland, Cordellio City, Philadelphiapolis  gibi....

lise çağları başka maceralarım vardı,
oyuıncu olmak istiyordum,
öykünüyordum oyunculara
kendime havalı birşeyler bulmalıydım,
bu titr sanki beni cezbetmişti,
ama hevesim pek te uzun sürmedi
kamera önünü pek sevmedim....
masklar dünyasından çabuk soğumuştum,
hayatta oynamam gereken o kadar çok rol vardı ki....
çokta zaman kaybetmemeliydim....
dekadans bir eksene sıkışmıştım....
artı  oturmadan hiçbirşey ...
olunmuyor ki birşey....


artık sinema'ya yelken açmanın  zamanıydı,
ne aşktı, ne bitmez  ...
ne tükenmez...
dokuz yılımı bifiil laterna magicaya adamıştım, kimler geldi kimler geçti,
Tokyo Monogatari'yle ağladım,
Le Samurai'la hüzünlendim,
2416'ya yolculuk yaptım.....

o senaryolardan geçtim,
içimden geçtiler
içlerinden geçtim.....

bir baktım ki ben de onlarla büyümüştüm,
River Phoenix, James Franco, Juliette Binoche, Christin Bale benim akranım, aşıklarım, düşlerimin bir parçası olmuşlardı....
sinema'nın ötesinde  ve ötekisindeydi içimdekiler...


sonra araya ne olduklarını bilmediğim şeyler girdi,
ben var mıydım, yok muydum içlerinde
hiç te sorgulamadığım...
yıllar girdi,


biraz büyümüştüm....
ama yine de yaramazlıklar yapıyordum...
uzun bir ara hiçbirşey yapmamıştım,
hedonist olarak bir o partiden bir bu partiye koşturuyordum,
flaneur olarak ta dünyayı arşınlıyordum ....

sonraki yıllar ekonomist olmaya karar vermiştim,
artık para hesaplarını da daha iyi yapıyordum....
artı paraya daha çok ihtiyacım vardı
ve onu yönetmenin yollarını arıyordum
....bir bir Risk Management
risk analizi üzerine kurslar aldım...
Müşteri portfolyo yönetimini bile biliyordum
Nominal değerlerle hayatı algılamaya başlamıştım,
kendime gelmem bir hayli zaman almıştı...
makro ekonomik poltikalardan asimetrik şoklara geçiyordum, 
hiç şüphesiz ki Kapitalizm ve Marx tam anlamıyla kafama oturmuştu, 
ve George Orwell'ın  hikayelerini de  daha iyi anlamama yardımı olmuştu ...

sonra araya ne anlam içerdiğini bilmediğim şeyler girdi,
ben var mıydım, yok muydum içlerinde
hiç te tartışmadığım...
yıllar girdi,

sıkılıyordum kendimden,
kendiliğinden,
kendimleliğimden,
olmadığım hallerimden,

gelişim denen şey böyle birşey olmalıydı
ya da değişim denen
ya da dönüşüm .....

hepsinde bir parça ben vardım,
hepsinde de benden bir parça ben vardı....

aşamalarıydı hayatın,
bakışımın
duruşumun....
büyüyordum...büyüleniyordum
kimi zamanlar

ne çok yer değiştirdim
ne çok kabuk
ne çok ten ....

hiçbirinde kendimi bulamadım
ama bir o kadar da bendim....

ben benim,
değişmiyor insan, değişmiyor yazgı
ne de ben.....

ama sonra anladım  ben zeytin ağacına öykünüyordum
bazen de bir akşam üstü kokan yasemin,
kimi zamansa bir defne ağacı....
ya da tenimi yakan ılık deniz tuzu ....

III / III / MMX7






1 Mart 2017 Çarşamba

ON THE ROAD


ON THE ROAD

uzun bir ayrılık girdi araya,
ben Atlantiğin diğer ucuna ayak basmayalı,
ben Cebelitarık'tan aşağıya Magrip'e uzanmadan
Kalahari'yi kurak aylarda geçmeden,
Mekong'un sularında serinlemeden,
Trans-Sibirya treninden bilmediğim bir istasyonda inmeden,

Kalahariy'le Taklamakan çölleri arasında kalan ben ....

başka ruhlar içime girip çıkarken
ve kimi zaman o ruhlar yer ararken
ve yer açarken onlara ....
zamansal ve mekansal varlourken
yokolurken ...
ruhumu doyururken....

tüm bunlar olurken sen ne hallerde
hangi iklim de
hangi saat diliminde
hangi ışık altında
hangi boylamda

neler yapıyordun acaba?
hangi pencereden sokağa bakıyordun?
hangi caféde kahveni yudumluyordun?
hangi sinematekte sabahlıyor, ne izliyordun?
hangi güneş altında neyi okuyordun? 
  
yanıma otursa Bernini, portrelerimi çizse....
öte yanımda Blaise Cendrars olsa da birlikte yazsak,
ya da bana " bir güneş hiç senin kadar mavi batmadı" dese Paul Éluard....

ki ben kendimi böyle görmekten pek bi sıkılmıştım....
başka ben hallerine düşmeliydim,
yola düşmeliydim....
yola koyulmalıydım,
herşeyden önce,
kendimden geçmeden önce .....
kendimden vazgeçmeden önce....

kendimin kanayan yaralarını tedavi edememem ki  ben....
beslenirken Vampirler gibi...
 ............................... içimde hep o boşluk...
dolduramamak o açıklığı
doyuramamak o açığı
yollara düşşem,
yollarda bulsam
seni...... beni......
.............ve diğerlerini....


I / III / MMX7

HYPERBOREA'DA LAVANTA MAVİSİNDE BİR KONT

 HYPERBOREA'DA LAVANTA MAVİSİNDE BİR KONT

sıkıntılar, sıkıntıları tetikliyordu,
acıtıyordu, kanıtıyordu 
içime oturuyordu
herşey,
san ki Vatikan çökmüştü üstüme,
adeta San Pietro Katedrali oturmuştu üstüme.....

çıkamıyordum bu girdaptan,
kendi girdabımdan,
ve aura'mın yarattğı lanetten
kör ediyordum herkesi,
Medusa'nın laneti vardı üstümde,
sanki tek ölümlü bendim,
kendi lanetine hükmeden,
Medusa doğurmamış mıydı Pegasusu kendi kanından....

elim bana dokunamıyordu,
el veremiyordum kendime,
Hyperborea'da sürgündüm ben,
kibirle aldatılmış dünyanızdan

tek başına,
bir başına....
Lorenzo Bernini'den de güzel bir taşa hapsedilmiş...
oysa ki ben yay ve ok ile kutsanmamıştım,
ben; mavi kan ve kalemle kutsanmıştım,
bu da benim lanetimdi....

I / marzo / MMXV7


28 Şubat 2017 Salı

SAINT SEBASTIAN, ALI PASHA, TRAMVAY DURAĞI


 SAINT SEBASTIAN
                                NEREDESİN?

hiç te bir gerilim filiminden aşağı kalmayan bir sahneydi.....
o yolda ben usulca ilerliyordum,
bir çok kişinin tercih etmediği bir orman yoluydu,
Mahler çalıyordu,
huzurlu, dingin bir orman yolu, 
yine birşeyler olmuştu canımı sıkan, ama iyiydim, araba kullanmak bana iyi geliyordu,
tıpkı yazmak gibi
tıpkı Stendhal sendromu gibi,

sonra ,
sonrasını bilmiyorum... ansısızın
o kareye bir geyik girdi,
geyik ve ben ters köşelere kaçmaya çalıştık, olmadı, olmuyor ki herzaman ...
yaşam seni kaçamayacağın köşelere sıkıştırıyor,

sonra müzik, araba  ve ben uçuyorduk, high değildik
ta ki bir ağaç bizim yolumuzu kesene kadar,
müzik devam ediyordu, benim burnum kanıyordu,
geyiğe ne oldu bilmiyorum...en azından arabada birlikte değildik....
bir süre bekledim...çarpışma anının etkisiyle
daha bir yatışmıştım,
daha bir soğuk kanlıydım,ılık kan boynunmdan aşagıya akarken ...
etrafıma bakıyor,
bedenime dokunuyordum.....
inanılmaz huzurlu, tatlı bir moddaydım....
hiç böyle hissetmemiştim....
başka bir boyuta gidip gelmiş olmalıydım,
etrafıma bakındım, ama Geyik yoktu, ne de Saint Sebastian ....
sanki über camp bir duyarlılıkta belireceğine ölesiye inanmıştım ki, tam bir Pierre et Gilles portresi
ölmüş olamazdım....
hayalimde ki, St.Sebastian bile ortada yoktu....
tuhaf olan aklıma ilk gelen bu portre olmuştu,
aslında El Greco'nun Saint Sebastian portresi beni çok etkilerdi,
Antonis Mor'da öyle ...
o anda Azizlere olan inancımı sorguladım,
sonra....hikayelerini sever ama onlara inanmazdım ...

ne mi hissediyordum...
rahatlamış.....
ve anın tekrarlarını düşlüyordum...gerçek mi düş mü?
buna ihtiyacım vardı....belki de ....

kaçıyordum, kaçıyorduk hep birşeylerden,
bana ne mi oldu?
ta ki kaza anına dek.....

nereye sürüyordum geleceğimi?
Neresinde takılı kalmıştım geçmişimin?
Öncesinde herşey çok mu üstüme geliyordu?
yoksa ben mi üstesinden gelmiyordum?

ensest bir geçmiş,
barok perdeler ağırlıklarınından kendilerini bile taşıyamıyordu,
bir de ortada hiç açılmamış koca bir valiz,
nereye koysan,
görünen....
nereye saklasan,
bulunan....

travmalar ince blueslar elşiğinde tramvay durağına vuran yağmurlara benzer,
sokakta öylece ıslanırsın....
ya da bir ağaca toslar kalırsın öyle....

şimdi ördekbaşı mavisinde herşey,
tenim porselen gibi,
damarlarımda Yves Klein Mavisi
benim işim de hiç kolay değil
ben de hiç kolay değilim
yahudi geçmişim mi? ensest geçmişim mi? camp geçmişim mi? ağır basan
aslında  İç Çekişler köprüsünden geçeli çok olmuştu.....
geçmişimle aramamızda asılı kalan birşeyler vardı....
hiç peşimi bırakmayan,
Komiser Javert ile Jean Valjean arasındaki ilişkiyi kıskandıran
ya da I.Francis  ile II.Mahmut arasına sıkışan
Tepedenli Ali Paşa, Yanyalı Ali Paşa'nın hikayesine paralel
Byron'ın lakabıyla Mahometan  Buonaparte...
Büyükannemin dilinden düşürmediği
benim de huylarımı benzettiği
ki bu benim asla onun cesaretine sahip olamadığım gerçeğini hiçbirşekilde değiştirmiyor,
nam-ı diğer Aslan Ali Paşa....
Sublime Port'a gövdesinden ayrılmış başıyla geri dönen....
ne de olsa ben yazmamıştım Ali Paşa'nın baladını
herkes kendi baladını yazarken....


huzurluydum,
rahatlamıştım,
şefkate ihtiyacım yoktu ...
sonra yarama iyi gelmeyen bir komşum vardı onu aradım,
hep canımı yakarak beni seven ...
hep bana sahip olmak isteyen, 
çünkü en çok o hoşlanacaktı bu manzaradan,
onu tatmin edebilirdim....
biraz sonra belirdi, ben hala  direksiyon koltuğunda oturuyordum, dudaklarım kanlıydı,
ve boynumda biraz kan ...birşey kesmiş  olmalıydı....
kapılar kilitliydi, beni pencereden çıkardı, gözleri adeta yerinden oynayacaktı, zevkle herşeyi mükemmel bir şekilde yapıyordu....
susuz gibiydi...her fırsatta bana dokunuyordu....
gözlerinde ki heyecan  orada benimle birlikte olmanın da ötesinde,
garip bir geçmişi de içinde taşıyan,
çok ta bulandırmak istenilmeyen,

ben kendimle olan sorunlarla boğuşurken,
o birden ortadan kayboldu,
bu bana iyi geldi, 
sonra karısından boşanmıştı, evden de taşınmıştı,
ne olduğunu bizde bilmiyorduk....
ben kazayı kimseye haber bile etmemiştim....bazen rüyamda geyiği görüyordum....
panikle, terle uyanıyordum...
ama onun dışında ben iyiydim....
geyikte iyiydi, 
çarpışma anını hiç aklımdan atamıyordum....
o sahne kafama kazınmıştı
o an hayatımdan hiç çıkmayacaktı
geyikler bir bir gözümün önünden geçiyordu...
çarpmanın şiddetiyle herşey binbir yere dağılmıştı,
herşey tuz-buz olmuştu,
kırılan parçalar birbirlerini bir daha tutar mıydı? 
yoksa açılan yaralar tamamiyle iyileşir miydi?
zamanla yerdeğiştirmelerini izlemek ruhuma iyi gelir miydi?
canımı acıtan şeylerden kaçabilir miydim?

artık birşeylere çarptığımda kırılmaktan korkmuyordum,
kanın akması da beni endişendirmiyordu,
zaten hep kanıyordu... her an ....herşey.....

kaza sonrası ne mi oldu bana, bilmem ki.....
ruhu işkence görmüş insanları anlamam kolaylaşmıştı,
insanların ihtiyaçlarını karşılamaktan rahatsız olmuyordum...
en azından onları hayatımda ki yerlerine oturtabiliyordum ..
günler geçiyordu, ırmaklar akıyor, leylekler geri dönüyordu ...
bir kaç gün sonra eskisinden bile daha iyi hissediyordum,
hissediyordum,
gündelik yaşam ritüelimde bazı değişiklikler iyi gelmişti,
hiçbirşeyi artık kontraol etmiyordum
rutinlerimin yanına yeni heyecanlar ekledim,
sonra ben evi baştan aşağıya boyadım,
daha iyi görmek için gözlük kullanıyordum,
artık sigara içmiyordum,
her sabah düzenli olarak yüzüyordum,
saçlarımı artık boyamıyordum.....

XX8 / II/ MMX7


.









23 Şubat 2017 Perşembe

oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu...part II


"oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ..........."

Sen işte öyle pembe bulutların üstünde savuluyordun,
yıldızlarla birlikte ....
o günden sonra olanlar oldu sana,
kayboldun bir ilkyaz gecesi,
Neo-romantikler bile buna bir anlam veremedi,

ben tuz buz, sanki çocukluğumda kırdığım fağfur kase'nin yaratttığı travmaya paralel,
birşeyleri içimden söküp aldı,
anneannemin gözyaşları aslılı kaldı,
kimse o anın tablosunu yapamazdı,
sanki  o duygu orada asılı kaldı yüzbinlerce yıl,
sanki o bir an değil di, yüzyıllara yayılan....

gelelim sana.....

sanki kolera günlerinde
seni bana anımsatan hikayeler peşinde
koşulsuz perperişan ....

nedenleri bulma oyununda,
nedensiz gidişinin yanılgılarında
anlamadım ben hiçbirşey...
belirtiler, emareler, görüntüler kafamda,
ama insaf, herşey yerliyerine otururken, nasıl oldu ?
O günlerde...

Debussy'i Rachmaninoff 'a tercih etmedin sen.... 
Metro'da ineceğin istasyondan önce inmeyip, yürümeden, o istasyon'da inmedin sen
sol elinden sağ eline kalemi almadın sen, 
Murakami'yi bir gün olsun başucundan kaldırmadın sen,
oysa ki  Pippi Långstrump'u sende en az benim kadar seviyordun ....
benim sevdiğim şeyleri seviyordun sen....

saçlarına düşen aklara güldün geçtin,
Aschenbach Sendromu sana hiç yakışmazdı,
sonra kedimiz Tako'nun beni daha çok sevmesine hiç gocunmadın,
ama senin koynunda  uyumasına da aldırmadın,
adını ben koyarken, ahtopot mu ? neden diye sormadın....

Arles'da beni antik tiyatro'da öptüğünü herkes gördü
herkes şahitti, ay, yıldızlar
kırlangıçlar .....
bütün bir evren,
tüm bunlar olmasa anlayabilirdim,
algılayabilirdim,
ama sen gittin...ben de gittim ....

alışkanlılıklar , bağımlılıklar yerdeğiştirir mi kimi zaman
hele ki senin gibi bir adamda
olasılık yoktu, hiçbirşeye,
hele bu gidişe,
bu yoklouşa,
sırra kadem basmaya.....
sen ben de Stockholm Sendromuna yolaçtın, beni kaçırdın, ve kendine hapsettin,
sonrası yok....ve beni yokluğunla başetmenin ağırlığıyla bir başıma terkettin....
anladım ki sen beni hiç sevmedin.....

XXIII / II / MMXVII

oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ....

   "oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ..........."

Sen işte öyle pembe bulutların üstünde savuluyordun,
yıldızlarla birlikte ....
o günden sonra olanlar oldu sana,
kayboldun bir ilkyaz gecesi,
karabatakları kıskandıran bir gizemde,

ben bin çaresiz ...ben biçare,
seni bana anımsatan hikayeler peşinde
koşulsuz senin peşinde....

birşeylerin senin ansızın çekip gitmenle ilgili tetikleyici bir etkisi olmalıydı,
ya da bana anımsatması gereken bir düşüş, bir duruş,
ya da nedensiz bir bekleyiş,
gerekiyordu,
elinden tutmam gereken birşeyler, 
kah aksak bir yürüyüş,
kah Kastilliano aksanının Meksikalı'ya kayması,
ya da alaycı bir tebessüm,
ya da aniden hiç girmediğin bir sokağa sapman... nedensizce
Casta Diva'yı sigarasız dinlemen,
organize serseri alpha adam bakışı, 
histerik bir şekilde bulmaca çözmen,
kahve fincanını ters çevirmen,
gazete bayii'ne uğramadan eve dönmen,
vardır ya bazı şeyler, sen osundur, 
bazı şeyler vardır ya sana dair,
gündelik yaşam ritüeline dair,
sensiz ve alışkanlıkların olmadan olmayan,
işte öyle birşeyler.....

oysa ki hiçbirşey ters gitmiyordu ....

belirtiler ve semptomlar sanki bir tuzak, 
umarsız, kaygısız, endişeden uzak saklanman
ansızın Macau'da soluğu alman,( ha belki burada yanılabilirim, Lisbon olasılığı  ağır basabilir)
ya da hiç gitmediğin San Luigi dei Francesi Kilisesinde ağlaman gibi ....
Japon The Yamazaki Single Malt'ı Hibiki'ye tercih etmen gibi,
birden elinde Tipping the Velvet romanını okumaya başlaman, 
ansızın Kazuo Yamazaki animelerine dair konuşman,
bunların hiçbirine ait bir hikaye dahi yok ....

Aslında herşey normal gözüküyordu, hiçbir ipucu, hiçbir emare yoktu,

 hayat işte, yanılgılarla dolu,
ya ben seni tamamiyle yanlış tanımıştım,
ya da ben tamamiyle kafamda kurgulamıştım, 
ya da senin çekip gitmiş olma gerçeği,  benim içime Mekong Nehri gibi oturmuştu,
Hiç anlamadım neden böyle ansızın köşedeki büfeden sigara'ya deyip, sırra kadem basmıştın....

XXIII / II / MMXVII




,


21 Şubat 2017 Salı

SEN, BEN VE MURILLOPHOBIA



 SEN, BEN VE MURILLOPHOBIA

görüntüler kafamı bulandırırken
kirletirken transparan geçmişimi ki
belki de hiçe sayarken kendimizi
başka bir aşk bu....
ikimizinde fildişi kulelerini topa tutan,
yerlebir eden,
yıkmakla kalmayan,
toz ve küller içinde
topyekün  kanlara bulayan ....
Napoli'deki Castel Nuovo'nun kanlı geçmişiyle yarışan..
Aragon ve Bourbon kanlarından da koyu ....

ağlama duvarında susuz bırakan,
İç çekişler köprüsünde çakılı kalan,
Pont Saint Bénézet Köprüsünden karşıya geçemeyen,

ağlama......
ben ağlayamam ki....Yeruşelayim çok uzak....

seninle başlayan bir dizi gariplikler girdi hayatıma
nedensizce,
sessizce,
gizlice,
suallsizce, sorgusuzca, usulca....
öylece,  ansızın, bir anda.... oluverdi herşey .....
olmayacak şeyler oldu, kendi başına,
nedensiz....

dinle bak, sen de bana hak vereceksin....

o yaz birden tüm alerji belirtilerim kesildi,
artık anti-histamin kullanmıyordum,
başım dönmüyor, kaşınmıyordum.....
 ilk yaz beni seviyordu, bedenim tepki göstermiyor,
herşeyi dozajında kabulleniyordu, 
hassasiyetini yitiriyordu,
mutluydum, belki de bu yüzden .....

evet, artık istiridye ye olan alerjim de
birden.... ansızın, apansız yokoldu,

Annemim Murillo tablolarına olan düşkünlüğünü bir türlü anlamazdım,
o gerçeklik
o çıplaklık,
o masumiyet
bana çok itici gelirdi, çok acıtır, çok kanatırdı,
o yüzden hiç sevememiştim Esteban Murillo'yu ...
Münih'teki Alte Pinoteka'ya da bu yüzden hiç gitmemiştim...
adım atarken bir Murillo'yla karşılaşma korkusu, nasıl tanımlanabilinir di bu korku,
Murillophobia, ben kendi fobi ve fililerimle hayata tutunmuşken,
sen bunları bir bir ezip geçiyordun, annem gibi barışıktın herşeyle....
oysa benim kurallarım vardı,
oysa benim sınıflandırdıklarım,
oysa benim kategorize ettiklerim,
binbir türlü labirentimsi semptomlarım
onlarla yaşamaya alışık olduklarım, alışık olmadıklarım,
tanıdık olduklarım,
yabancı olduklarım,
yalancı olduklarım,
sevdiklerim, sevmediklerim
vardı.......

hele Hatice Sultan'nın(zat-ı şahaneleri büyükannem) favorisi olan William Bouguereau'da sinirlerime hiç iyi gelmezdi, 
o kız çocuğu portreleri, 
o pembe al yanaklı, sağlıklı çocuklar, .... hastalıklı gibi gelirdi, 
boğardı beni.....
o tabloların yıllar sonra,  garip bir tesadüfle hayatıma girmesi, 
ki ben tesadüfe inanmam, 
hiç hayra alamet değildi,
sende onlarla birlikte omuzlarıma çökmüştün,  

sonra, Noel'ide hiç sevmezdim, 
ben  seninle Noel'i kutlamaya başlamıştım, 
gerçi Mistletoe altında öpüşmek beni herzaman heyecanlandırmış, 
hep o hikayeyle olan bağlantıyı kafamda canlandırmıştım....
Balder'in annesinin gözyaşları hikayesini dinlemek istemiştim, 
ama ben yalnızca seninle öpüşmek istiyordum
ve bu yüzden hikayeyi sana hiç anlatmadım, 
sende bana hiçbirşey sormadın gerçi ....

seninle tanıştıktan sonra kıskançlıklarım arttı,
yollar boyunca elini tutmadan yürüyemediğim günleri kıskandım,
senin o tabloya bakarken gizleyemediğin hayaranlığın olmak istedim ben, 
elinin dokunduğu kitapların, 
bedenini saran kumaşların kokusunu sever olmuştum,
taktğın gözlüğü kıskanır olmuştum ben, bazı anlar o gözlüğü takıp 
o kareden nasıl gördüğünü, evreni nasıl algıladığını, algılamaya çalışırdım.... 
sense bazen beni yakalayıp, gülerdin, gözlerine acımıyormusun derdin ....
sonra yemek yemeyi seven ben, 
yanında yemek yeme ihtiyacı hissetmiyordum, 
sen vardın ya ....
senin varlığın doyuruyordu ya beni,  
bir dokunuşun, bir gülüşün....
iştahımı kaybetmiştim ben,  beni iştahlı kılan tekşey sendin, 
yemeksiz yaşamayı ben senle öğrenmiştim....
aç değil misin dediğinde, nasıl bir açlık tı ki o....
sana, seninle olan düşlere ve gülüşüne....

senin ellinin zerafetini, 
gülüşünün sıcaklığını, 
sesinin rengi, tonu, samimiyeti,
duruşunun asilliğini....iştah olarak adlandırmak düşüyodu bana, kanibalist bir dürtü bu, 
atalarıımdan miras kalan .....

işte böyle birşeydi seninle olmak, 
ve sensiz olmak .... 
Borges Kitaplığında kaybolmanın da ötesinde,  
Coyoacán'da Anahuacalli Müzesin'de yokolmak....
ya da Santa Croce Bazilika'sında körolmak gibi birşey .....


ve şimdi sen yoksun,
ve ben neredeyim bilmiyorum ....



XXI / II / MMXVII


20 Şubat 2017 Pazartesi

HEY ANGEL

 HEY ANGEL

Chris'in sesi değerken kanatlarına,
bilmediğim o coğrafyadan inerken,
İkarus'u kıskandıran gururun,
mağrur ve ısrarsız duruşun,

Muson yağmurlarıyla yıkanmış antik yıkıntıların üstüne,
kurumuş bir nehre inen Albino bir Tavuskuşu,
renklerin ötesindeki,
maviyle başetmeye çalışan yaralarıma değen,
beni high yapan

bir melek ....Michaelangelo'yu kıskandıran
susuzluk gibi birşey seni bana çeken ....

unutulmuş tapınaklarda aramanın yanılgısı
klaksiyon sesleri
kentin kurumları
vebaya yakalanmış ruhlar içinde ....
.... sen inerken yere,
susuzluk ne ki.....anakronik ve timeless bir duygu

Hey Angel , gel beni bu ağırlıktan kurtar,
Hey Angel, gel beni bu parthenogenesis varaoluştan kurtar
Hey Angel, gel beni bu tenden kurtar.....

kente bakan bu terasta.....
kimse bana söylemedi kolay olduğunu,
ki sen yıldızlardan inerken kirletilmiş yeryüzüne....



XX- II - MMXVII

19 Şubat 2017 Pazar

KUM FIRTINASI


KUM FIRTINASI

Kader kimi zaman sürekli yerdeğiştiren küçük kum fırtınalarını hatırlatır,
sen her yönünü değiştirdiğinde,
o da seninle yönünü değiştirir
ve seni kendi eksenine sabitler
ve bu Atlas'ın yazgısına paralel yenilenir,
tekrar, ve tekrar.....
Ve Senin  ....fırtına sonrası nasıl ayakta kaldığına dair hiçbir fikrin yoktur,
tıpkı güneybatıdan esen rüzgarlara yabancı olduğun gibi.....
tıpkı o günlerde çektiğin başağrılarına yolaçan o rüzgara,
adını bile bilmediğin bu rüzgara.....
sonra o Boreas
kuzeydoğudan çıkıp gelen,
sende takıntılı haller yaratan .....
beni soğutan ....seni sen olmaktan alıkoyan .....

Ve sen hiç sorgulamazsın,
tıpkı neden melankoli sarar seni ılık rüzgarlarda,
ya da neden İtalyanlar duvarların kulakları var der,
ya da neden Camões'in dilini algılayamadığının yanıtını aramazsın....

Benim bilmediğim çok şey var,
sana dair,
hayata dair,
kırlangıçlara dair, 
neden  kırlangıçlar kışın ortadan kaybolur,
nereye saklanırlar, nerede gizlenirler? 

gel, otur yanıma ...
anlat
benim kulaklarım aç,
gözüm tok.....
gel biraz,
bak uysallık sana yakışıyor....
kendine çektirdiğin eza .....bana da bulaşıyor ...
gel , ....otur
biraz dinlen ....
ben hazırken.....

XIX / II /  MMXVII

GALLIANO

GALLIANO

Yeniden yazmalıydım
ne tutuyordu ki beni,
peşisıra patlayan bombalar,
komşu Perihan'ın kedisi,
çalıştğım şirketin Borsa'da düşüşü,
yoksa Elisa'nın tatlı bonbon şekerleri,

Ne tutuyordu ki beni, senden , kendimden, diğerlerinden,
kendimi alamadığım
içine alamadığım,
Ne daha çok korkutuyordu? korkutabilirdi ?
yazamamak,
belirsizlik,
belirlilik,
bellek oyunları,
ya da Galliano'nun damağımda bıraktığı tat,

bir yaz sabahı,
Porto'da Lello/Irmao'da oturmuşum,
kafamda binlerce mavi kuyruklu tilki,
peşisıra mavi köstebekler,
Pina Bausch yanımdan geçiyor,
o an da sen Kastro sokaklarında bir yaseminin altında oturmuşsun,
yarıdan biraz eksik mavi hissediyorsun,
üzerinde mavi beyaz pötikare bir gömlek,
süeterinde Strand kitabevinden aldığım bir rozet,
beyaz ayakların çıplak,
güneşe pek çıkmamışşın bu yaz,
ya da bana öykünüyorsun....
yüzünde bir sen gülümsemesi,
beni kendine hayran eden,
beni kendinden geçiren, 
tıpkı ellerinin zerafeti gibi,
tıpkı dilinin damağımda yarattığı sismik sarsıntılar gibi ...

elinde annenin eski bir fotoğraf karesi,
Annie Leibovitz için ideal bir malzeme olduğunu hissediyorsun bir an
ama çabucak kafam karışıyor,
uzaklaşıyorsun o andan,
ben kafanı kurcalıyorum, bunu hissediyorsun....
içeri de seni bekleyen soğumuş kahvene dönüyorsun....


ikimiz de biliyoruz ki, ayırt etmek ne zor
Livraria Bertnard'la  ikisini
Martılar mı fayanslar mı?
belki de tek tanıdık artı, Majestic Cafe'ye yakın olan
ve bir o kadar da Gin Galliano ikilemi....
ya da eksenine sıkışmış olmamız....

ama kafanda... sen... bensiz yapabilmenin yollarını arıyorsun,
ve.... ben... bu köhne, bu dekadans Atlantik kentinde seni bekliyorum
elimden  gelen ve bana bıraktığın tek şey bu ....

XIX- II-MMXVII


18 Şubat 2017 Cumartesi

BERLIN

BERLİN

Biliyor musun?
Ben Berlin'i hiç sevemedim,
sevemedim bir türlü
sevemedim bin türlü....

oysa ki bunun seni tanımamla hiç bir alakası yok!
bunu ikimizde biliyoruz....
Linden Strasse'den geçmemiş olamazsın.
ki benim yanımdaki Azuki Mavisi Japon kızı görmemiş olamazsın....
hani şu Lodos'ta rengi Kyoto Mavisine çalan...
boş ver, nasıl hatırlmazsın yanlış bir soru,
pek nasılsa hatırlamadığını sorgulamadığım Ihlamur ağaçları  gibi bir şey olsa gerek ...

Nasıl hatırlamazsın?
William Kentridge oyunlarını

soğuktu, çok soğuk
serçeler kafelere sığınmışken
Berlin sessiz, Berlin dilsiz
No Geist
ne de uzakta Bruckner sonatları....

bin türlü olmamışlıkların ötesinden
bin türlü yaşanmamışlıkların ötesinden
geçerken

Weimar çok uzak
tıpkı Tuna gibi,
sıcak sulara akmaya çalışan,
Besarabya'ya yakın ...

Berlin, Marlene kadar soğuk
sisli ve onun sesi kadar karanlık
üstüne bir o kadar
puslu
buğulu ....
kaçamıyor insan D.Libeskind'in kurduğu tuzaktan,
Berlin bir trap, çıkış yok
Berlin'de sesler duyulmuyor
Anne...anne....
ben babamı unutalı çok oldu
üstüne Klein Mavisi Moleskin'imi de unuttum,
nereya karalarım kara geçmişimizi Berlin'de........

XXVII/ I / MMIV duc de smyrne