24 Mart 2017 Cuma

Château d'If 'ten kaçış planları ....


içimde garip bir Bakunin ve Rosa Luxemburg yetmesi
içimde devrimden yenik düşen prensler

içimde erimeyen bir buz
bir kütle
orada durarak kendini hatıralatan ....

içimde kanji metinler
hiç durmadan savaşan

içimde ötekilerin benlikleri
ötekilerin tüm olmamışlıklarının blues hali

içimde hiç uçmayan bir pelikan
hep o limanda bekleyen

içimde olmamışlıkların bin hali
olamadıklarımın Alice mavisi

içimde erken açan badem ağaçlarının çiçekleri,
içimde uydusu olmayan gezegenler

içimde Ravel'in bitmemiş sonatları,
içimde Whalt Whitman 'ın hiç yazılmamış metinleri

içimde bir  Château d'If
kaçışı olmayan 

içimde bir kum fırtınası sonrası
kollektif bilincin taneleri gibi
her yeri saran kum tanecikleri

içimde bir saat
yelkovan ve akrebi ters yönde ilerleyen 

içimde bir sen
hiçbir yere oturtulamayan
hiç içimden çıkmayan .........

XXIV / III / MMX7

22 Mart 2017 Çarşamba

CARRY GRANT FİLMLERİ İŞE YARAMAZ NE DE MELANKOLİ


............................ "Even in Arcadia, there am I"................
senin gitmenle hayatımız alt üst oldu
düzenimiz bozuldu
hayatın ritmi
şarkıların tonu
piyanonun akordu
güneşin Alice mavisine kaçan rengi
herşey bambaşka görünüyordu
hayatım resmen iki döneme ayrılmıştı 

sen gitmeden önce
ve sen gittikten sonra ....

işte burada, benim hikayem de yeni başlıyordu

o günden sonra
bana birşeyler oldu
birşeyler yolunda gitmez oldu
Turnalar bile yönünü şaşırmıştı ....

bu kenti pek sevmez oldum
ahaliyi pek bi sevimsiz buldum 
hafta Macau'da rulet masalarında başlarken
körkütük, fena halde sarhoştum, 
Saigon'a gidene kadar geçen günler  boyu kendimi oyalayabilirdim
hatta malarya tabletlerini fillere yediriyor
hastalığa yakalanmak için her yolu deniyordum
sonrası keza muson yağmurları...
avunmak için birşeyler yaratabilirdim....

kendime yeni meşgaleler edinmiştim
eskilere sorarsak elzem olmayan şeylerle, abesle iştigal ediyordum....
yeter ki senin çıkıp gittiğin anı hatırlamamak için....
sırf senin unutmak adına japonca öğreniyordum,
kanji metinleri yutmuş
katakana konuşuyor
hiragana yazıyor...
Katanamın kestiği yerlerin acımamasını endişesiz izliyordum

ama zamanın aleyhime işlemesine aldırış etmeme yetimi kaybetmiştim bir kez.....
fuşya ve fulya kokan yağmurlar sonrası bilinmez bir boşluk

saatler geceyarısına,
ben uykusuzluktan uykuya teslim olana dek,
Okyanuslar Ansiklopedisini bin yüz 77 kez
Carry Grant filmlerini yüz 7 kez,
yukarıdaki tepeye cıkarken bin yüz 22 basamaktan oluşan ve  sonrasını unuttuğum tepeyi,
ve unutmaya çalıştıklarımı yüzlerce kez hatırlamanın acısını kaç kez tekrar etmem
ve etmemem
arasında geçen zamanı,
ben bile hatırlamıyorum şimdi....

bazen Paris'e sığınıyordum,
o günler Oscar Wilde'a mezarının başında oturur ona saatlerce Murakami okurdum,
o günler, olur da dekadans bana panzehir olur,
olur da Gar de Lyon'da karşılaşırız
olur da  St.Martin kanalından bisikletinle geçersin...
hep bi seni görme umudu taşıyan bir ben
ve umuduna yenik düşen
kölesi olan bir ben .....
ki Paris'i sevmeyen ben....

kimi zamansa Alfama'da
Fernando Pessoa'yı takip ederken buluyordum kendimi,
onunla sokak ortasında tartışırken,
birden
etrafımı saran garip ifadeli adamlar ve kadınları görünce....
toplum içinde kendi kendine konuşmanın genel adap kuralları içinde ayıp kaçtığını hatırlar,
utanarak oradan uzaklaşırdım....
halbuki ne var ki bunda, ben kendi kendime bile söz geçiremezken,
biraz kendimle konuşmanın kime ne zararı olabilirdi ki ....
aslında ben Fadistaların çığlıklarını bile duymuyordum,
adeta kör oldum, duyamıyordum....

kuzey ve doğu enteresandı,
ama ben hep güney ve batıya açıktım.....
Èze Şatosunda birkaç gün soluklanmak belki beni rahatlatabilirdi,
ruhumu terbiye etmem gerekiyordu,
ağustos böceklerini dinlemek,
transparan kertenkele avına çıkmak,
şato içinde kaybolmak
ve sınıra yakın olma  düşüncesi,
ama içimde hep bir Boris Vian...
sürrealist kaçamaklar,
canımı yakan yakamozlar ....

Roma da iyi gelirdi, Trastevere ye yakın bir yerler
tepeden Roma'ya bakamak
Piazza San Egidio'da  Cinema Pasquino'ya uğramak
Alberto Sordi ve Anna Magnani izlemek
ama unutmaya yetmez ki....
Tevere nehrinin altından çok sular aktı,
dili yok ki mermerlerin Roma'da anlatsın...
benim de dilim yok ki anlatayım....


ama benim kentim Tanger'di
orada ki his hiçbir yerde yoktu,
bir adım atamayabilirdin
ve orada hapsolabilirdin,
çok uzak ve çok yakındı....
hava aynı anda yasemin ve tehlike kokuyodu,
bu rüzgar Atlantik'ten mi yoksa Mare Nostram'dan mı geliyordu kestirmesi zor,
Paul Bowles bile bunu bilmiyordu ....
hikayeyi ise Sarah Walters yazsa bitiremezdi ....
çölün masallarına ihtiyacım vardı
bir de uyumaya ....


o sıralar
imsomniayla tanışmıştım, 
ve uyku da beni terketmişti
uykuya tam teslim olacakken
Nyks'in oğlu Hypnos'un kanatları düşerken
tam kendimden geçerken
tutamıyordum kendimi
garip bir nöbet sarıyordu beni ve evreni
saatin tiktakları
önce boğaz kıyılarına
sonra
vuruyordu içime
engel olunamayan tsunami misali

herseye katlanabilirdim ben
ama birtek
senin beni bıraktığın bu kent bırakmıyordu beni,
geçmişimizi
ve seni.....
içimde taşıdığım hayallerimi...

XXII / III / MMX7


Respice post te! Hominem te esse memento!

            Respice post te! Hominem te esse memento!

Renoir'ın Seine Renginin mavisi olsa gerek
içimdeki kobalt mavisi bir Oscar Wilde 
hergün intihar ediyor
her leylak akşamı
Alsace Oteli'nde
Saint Germain des Prés Manastırı'nda ayaklarımı buz kesiyor...
gitmiyor hiçbirşey yolunda
hiç birşey beni kesmiyor
aksine ne de yolumu kesmiyor .....

çiçek, kafatası ve kum saati....
yaşam, ölüm ve zaman döngüsünde.... 
sanki post-Poussin sendromları
tanımlamak adına yola çıkılmış
sonrası çıkışsız bırakılmış
Memento Mori....

Arkadya uzak sana, bense yakın ....

*Respice post te! Hominem te esse memento! Arkana bak, sadece bir insansın, hatırla !!!

XXII / III / MMX7

21 Mart 2017 Salı

EDWARD HOOPER VE UZAY

......gizlenemezsiniz, gelir sizi bulur söyleyemedikleriniz.....

sözler nereye gizlenmişti?

nereye bırakıp gitmişlerdi...
nereye saklanmışlardı?
hiç söyleyemedikleriniz...
hiç söyleyemediklerimle beraber
hiç adını bile anmadıklarınız
Hepiniz...
ve herbiriniz?
hiç itiraf etmemiştiniz,
ve hiç bu kadar kolay olacağını dile getirmemiştiniz....

bunlar sizin zaaflarınızdı,
ve  bu yüzden oyuna eşlik etmek zorunda bırakmaktı niyetiniz...

Siz, o sükunet ve sessizlik altına sığınırken,
kendi yalanlarınızla
aslında sükunetiniz
hiç te asilliğinizden
hiç te mağrur duruşunuzdan,
hiç te masum duruşunuzdan,
hiç te gururlu duruşunuzdan,
değildi...

boştu ...
uzay kadar, Gobi çölü kadar,
oksijensiz bir gökyüzü kadar....
Edward Hooper kadar....
tarififsiz bir boşluktu sizin ki....
yukarıdakilerin kıyısından bile geçmeyen....
ama ben bunu tarif edemem ki...
siz en iyi bilirsiniz,  o boşluğu....
benimkiler yine anlam yükler,
öteye taşır,
ötekileştirir
özelleştirir .....

sükunetiniz hainliğinizden,
sessizliğiniz kibirle aldanmış
ve aldatılmış
yalanlarınızdan ve inanmak istediklerinizden ibaretti...
sessizliğiniz nefret içinde boğuluyordu
ve siz bunu göremeyecek kadar çoktunuz
ve siz bunu göremeyecek kadar cahildiniz ...

ve bunun hiç te affedilebilecek bir tarafı yoktu...
ve anlaşılabilir bir tarafı yoktu,
ya da elle tutulabilir bir tarafı....
ya da sizi haklı çıkartabilecek bir yanı...

ve siz o yokluk içinde
yok olmaya mahkumdunuz .....


XX / III / MMX7





20 Mart 2017 Pazartesi

KEÇİ AYAĞI & SÜBYE VE HAVANA


KEÇİ AYAĞI & SÜBYE VE HAVANA

iyi geliyordu şiir yazmak,
kendimi özgür hissediyordum ve de mutlu ....

iyi geliyordu bu hava,
iyi geliyordu bu kent,
bu basamaklar,
kentin mavisi, martılar 

sen bile iyi geliyordun....
bütün ağırlıklardan kaçabiliyordum
kendimden bile...
tamamiyle bendim,
olmak istediklerimden de öte,
dayatılanlardan da öte ....

canım hiç olmadığı kadar Feride Teyze'nin yaptıgı keçi ayaklarından istiyordu.....
canım saatlerce dedemle yürüyüp Havra sokağının bir köşesinde durup, doya doya sübye içmek istiyordu.....
canım hiç olmadığı kadar Havana sokalarını arşınlamak,
canım hiç olmadığı kadar Chagalle tebessümüyle yürümek,
Yayoi Kusama'nın renkli dünyasında bir puantiye dönüşmek,
Alice'in Harikalar evreninden kaçırılmış hissetmek gibi....
Meriç kıyısında  bir Ayçiçeği tarlasından yıldızlara bakmak gibi....
bir Wong Kar Wai  karesinde köşeye oturup sessizce olan bitene tanıklık etmek gibi
birşeyler....

canım delicesine sarhoş olmak, ve  bilmediğim, tanımadığım insanların hikayelerini dinlemek istiyordu....
dünya beni beslerken, kendi küçük dünyamızda anlamsız gaileler içinde mızmızlanmak,
yok saymak,
ayıp kaçmıyor muydu?
koskaca galaksi ve evrenin ihtişamı altında
insanoğlu beni hep güldürüyordu....

ki ben buna hazırlıksız yakalanmıştım....
ancak öyle kendime gelebilirdim,
ancak yeniden ümit edebilirdim,
ancak yeniden çocukça şaşırabilirdim,
ancak yeniden sevebilirdim.....

X7 / III / MMX7






Maputo'dan güneye inme, ama sen yine de beni orada bekle ....

 ......Maputo'dan güneye inme, ama sen yine de beni orada bekle ....

Oh Land'ın sesi içimde,
bir ördek sürüsüne paralel,
hep bir açı içinde ilerleyen

o günlerde biz başka coğrafyalarda
başka ağaçların altında oturuyorduk, 
baobablar da kum fırtınalarından çıkmışlardı ...
üstelik bir tek sen değilsin ki yıldızlardan kopup gelen....

başka ruhlarda geziniyor içimizde
dışımızda....
bak bir melek charleston dansı yapıyor
ve sen uyuyorsun orada ... mavi bir mercan adasında
iki güneş aynı anda batarken
sen henüz 
Maputo'dan güneye inmedin,
nereden bilebilirsin ki...
oradaki yıldızlar başka,
orada ki kiraz çiçeği başka,
oradaki nehirlerin yönü başka ....

kimdi bunu senin kulağına fısıldayan? 
Arşidük Franz Ferdinand mı bunu sana söyleyen?
aklımda kalan Omega ile Omicron arasında adının başharfleri
olamaz dı ki başka türlüsü,
olamazdı ki başka bir telafisi,
Hadrian'ın aşkı bulaşmıştı üstüne ....
senden beklenen de buydu ....

tutunamayanlar gibi.....
yoksa  Davit'in kentinden mi sürgündün sen,
karıştırdığım karmaşalardan mı?

ruhunu çalmışlardı bütün olanlardan sonra
ahh bonsai'lerin kocaman dilleri olsa da konuşşa....
susamışcasına ....


XIX /  III /  MMX7


SLOANE SQUARE / RAIN / JAMES FRANCO






                                                                                                                        JAMES 'e

her tiyatro çıkışında
yağmur altında ....
Sloane Square'de
boş bir bankta
seni bekliyordum
oyundan çıkmıştın
ve saçların ıslaktı...
terlemiştin...
alabildiğince kokun tüm meydanı sardı

bu meydanda pek bi anım yoktu
senden başka
basamaklarda oturup seni beklerdim
Royal Court Theatre çıkışları
yeter ki senin ellerin boynuma dokunsun,


hikayemiz başladığında
Sen çok fazla portakal rengi fransızdın,
kızdıkça puantiyeli bir Meksikalıya dönüşen ,
beni tanıdıkça fuşyaya çalan rengin....
bense mavi bir yağmurdan çıkmış yarıdan fazla İngiliz,
bir çeyrek beyaz Türk,
öteki yarım Meriç'ten kuzeyde biryerde bırakılmış ....

sana karşı tuhaf hisler içinde gidip geliyordum
ya da birden o duygularla mücadele eder hale gelmiştim.....
sanki Pekin'de kaybolmuştum
hiçbirşeyi okuyamıyorum
ben kanje bilmiyorum ki ....
nasıl çıkarım buradan....

sen benim Kanjem oldun....
sen benim kalemim,
sen benim havada asılı kalan elim .....
ben seni, ben düşersem tut diye sevdim....
duvardaki çatlaklar gibiyim şimdi...
artık rüyalarım yok,
artık hiçbirşeyi göremiyorum....

bu şarkı beni öldürüyor,
midemde kramplar,
kendi gettomda giyotine giderken
senin dudakların beni kutsamazsa ne olur
kulaklarını kesmiş Van Gogh gibiyim,
renklerim çalınmış
paletim çalınmış......

toksik bir madde gibi
yayılıyorsun bedenime, düşüncelerime
hücrelerime
beni bölüyor, kesiyor, çarpıyorsun
sen benim Pi sayımsın
daha ne olsun ....


transparan bir kutu  içinde,
kendi asitli idrarıyla yüzen bir Bizon gibi...
çıkışsızlığa açılan ....
bir eser olmaktan ibaret ....
bir modtayım....

bana ne yaptığının  farkındamısın James?
dün gibi hiçbirşey olmayacak.....
hiçbirşey dün gibi olmayacak ...
piyanomun tuşlarını bulamıyorum,
kalkıp bir De Chrico tablosuna saklanmışlar
tenimde ki ensestle birlikte....
o kadar yakınsın ki....

sen Mulholland Drive'da yolda ilerlerken
bedenimde Richter ölçegindeki sismik sarsıntılar
ve sonsuz taşikardi 
ben senindim
sende benim ....


....James, benim gidip gelen hallerim, senin güzel dudakların var
idare etmeyi geç olmadan öğrenmeliyiz,
ki sen ve ben
birbirimiz olmadan varolamayız ..........

James .... Cerith

XX / III / MMX7

18 Mart 2017 Cumartesi

SÖZLER NEREYE GİZLENDİ ....


SÖZLER NEREYE GİZLENDİ ....

tutunacağım birşeyler söyle....
bu ilkyaz serinliğinde ....
Rimbaud gibi,
Turner gibi ....
ya da Caspar David Fredrich'in tabloları gibi ....
".......sözler nereye gizlendi "......

XV / III / MMXVII

5 Mart 2017 Pazar

BÜYÜRKEN ROLLER DEĞİŞİR Mİ?


BÜYÜRKEN ROLLER DEĞİŞİR Mİ? 

amma çok kılık değiştirmiştim,
kılıktan kılığa girdim hayat boyunca

çok küçükken Pilot olmaktı amacım,
B-612 gezegenine gitmek,
ve yanındaki başka bir gezegene yerleşmek,
o yıllar hayatta en çok dayımın bana aldığı Atlas'ı seviyordum...
almanca kendimden de ağır bir Weltatlas ....
saatlerce başından kalkmıyor,
o coğrafyadan o coğrafyaya uçuyor, hesaplıyor, kesiyor, biçiyor
mest oluyordum,
küçücüktüm ama hayal evreninde heryere gidip gelmiştim,
bir de üstüne kendi ismimi verdiğim ülkeler ve kentler çiziyordum,
Smyrneland, Cordellio City, Philadelphiapolis  gibi....

lise çağları başka maceralarım vardı,
oyuıncu olmak istiyordum,
öykünüyordum oyunculara
kendime havalı birşeyler bulmalıydım,
bu titr sanki beni cezbetmişti,
ama hevesim pek te uzun sürmedi
kamera önünü pek sevmedim....
masklar dünyasından çabuk soğumuştum,
hayatta oynamam gereken o kadar çok rol vardı ki....
çokta zaman kaybetmemeliydim....
dekadans bir eksene sıkışmıştım....
artı  oturmadan hiçbirşey ...
olunmuyor ki birşey....


artık sinema'ya yelken açmanın  zamanıydı,
ne aşktı, ne bitmez  ...
ne tükenmez...
dokuz yılımı bifiil laterna magicaya adamıştım, kimler geldi kimler geçti,
Tokyo Monogatari'yle ağladım,
Le Samurai'la hüzünlendim,
2416'ya yolculuk yaptım.....

o senaryolardan geçtim,
içimden geçtiler
içlerinden geçtim.....

bir baktım ki ben de onlarla büyümüştüm,
River Phoenix, James Franco, Juliette Binoche, Christin Bale benim akranım, aşıklarım, düşlerimin bir parçası olmuşlardı....
sinema'nın ötesinde  ve ötekisindeydi içimdekiler...


sonra araya ne olduklarını bilmediğim şeyler girdi,
ben var mıydım, yok muydum içlerinde
hiç te sorgulamadığım...
yıllar girdi,


biraz büyümüştüm....
ama yine de yaramazlıklar yapıyordum...
uzun bir ara hiçbirşey yapmamıştım,
hedonist olarak bir o partiden bir bu partiye koşturuyordum,
flaneur olarak ta dünyayı arşınlıyordum ....

sonraki yıllar ekonomist olmaya karar vermiştim,
artık para hesaplarını da daha iyi yapıyordum....
artı paraya daha çok ihtiyacım vardı
ve onu yönetmenin yollarını arıyordum
....bir bir Risk Management
risk analizi üzerine kurslar aldım...
Müşteri portfolyo yönetimini bile biliyordum
Nominal değerlerle hayatı algılamaya başlamıştım,
kendime gelmem bir hayli zaman almıştı...
makro ekonomik poltikalardan asimetrik şoklara geçiyordum, 
hiç şüphesiz ki Kapitalizm ve Marx tam anlamıyla kafama oturmuştu, 
ve George Orwell'ın  hikayelerini de  daha iyi anlamama yardımı olmuştu ...

sonra araya ne anlam içerdiğini bilmediğim şeyler girdi,
ben var mıydım, yok muydum içlerinde
hiç te tartışmadığım...
yıllar girdi,

sıkılıyordum kendimden,
kendiliğinden,
kendimleliğimden,
olmadığım hallerimden,

gelişim denen şey böyle birşey olmalıydı
ya da değişim denen
ya da dönüşüm .....

hepsinde bir parça ben vardım,
hepsinde de benden bir parça ben vardı....

aşamalarıydı hayatın,
bakışımın
duruşumun....
büyüyordum...büyüleniyordum
kimi zamanlar

ne çok yer değiştirdim
ne çok kabuk
ne çok ten ....

hiçbirinde kendimi bulamadım
ama bir o kadar da bendim....

ben benim,
değişmiyor insan, değişmiyor yazgı
ne de ben.....

ama sonra anladım  ben zeytin ağacına öykünüyordum
bazen de bir akşam üstü kokan yasemin,
kimi zamansa bir defne ağacı....
ya da tenimi yakan ılık deniz tuzu ....

III / III / MMX7






1 Mart 2017 Çarşamba

ON THE ROAD


ON THE ROAD

uzun bir ayrılık girdi araya,
ben Atlantiğin diğer ucuna ayak basmayalı,
ben Cebelitarık'tan aşağıya Magrip'e uzanmadan
Kalahari'yi kurak aylarda geçmeden,
Mekong'un sularında serinlemeden,
Trans-Sibirya treninden bilmediğim bir istasyonda inmeden,

Kalahariy'le Taklamakan çölleri arasında kalan ben ....

başka ruhlar içime girip çıkarken
ve kimi zaman o ruhlar yer ararken
ve yer açarken onlara ....
zamansal ve mekansal varlourken
yokolurken ...
ruhumu doyururken....

tüm bunlar olurken sen ne hallerde
hangi iklim de
hangi saat diliminde
hangi ışık altında
hangi boylamda

neler yapıyordun acaba?
hangi pencereden sokağa bakıyordun?
hangi caféde kahveni yudumluyordun?
hangi sinematekte sabahlıyor, ne izliyordun?
hangi güneş altında neyi okuyordun? 
  
yanıma otursa Bernini, portrelerimi çizse....
öte yanımda Blaise Cendrars olsa da birlikte yazsak,
ya da bana " bir güneş hiç senin kadar mavi batmadı" dese Paul Éluard....

ki ben kendimi böyle görmekten pek bi sıkılmıştım....
başka ben hallerine düşmeliydim,
yola düşmeliydim....
yola koyulmalıydım,
herşeyden önce,
kendimden geçmeden önce .....
kendimden vazgeçmeden önce....

kendimin kanayan yaralarını tedavi edememem ki  ben....
beslenirken Vampirler gibi...
 ............................... içimde hep o boşluk...
dolduramamak o açıklığı
doyuramamak o açığı
yollara düşşem,
yollarda bulsam
seni...... beni......
.............ve diğerlerini....


I / III / MMX7

HYPERBOREA'DA LAVANTA MAVİSİNDE BİR KONT

 HYPERBOREA'DA LAVANTA MAVİSİNDE BİR KONT

sıkıntılar, sıkıntıları tetikliyordu,
acıtıyordu, kanıtıyordu 
içime oturuyordu
herşey,
san ki Vatikan çökmüştü üstüme,
adeta San Pietro Katedrali oturmuştu üstüme.....

çıkamıyordum bu girdaptan,
kendi girdabımdan,
ve aura'mın yarattğı lanetten
kör ediyordum herkesi,
Medusa'nın laneti vardı üstümde,
sanki tek ölümlü bendim,
kendi lanetine hükmeden,
Medusa doğurmamış mıydı Pegasusu kendi kanından....

elim bana dokunamıyordu,
el veremiyordum kendime,
Hyperborea'da sürgündüm ben,
kibirle aldatılmış dünyanızdan

tek başına,
bir başına....
Lorenzo Bernini'den de güzel bir taşa hapsedilmiş...
oysa ki ben yay ve ok ile kutsanmamıştım,
ben; mavi kan ve kalemle kutsanmıştım,
bu da benim lanetimdi....

I / marzo / MMXV7