29 Mayıs 2010 Cumartesi

Hotel Dakar / Italia


Glavani apartmaninin onunden geciyorum,
Gio oturmuyor artik orada,
bahcede kiraz agaci,
bir ogle uykusu bastirmis,
kentin sokaklarini

Hotel Dakar'in onunde duruyorum,
kafam allak bullak,
Venedik Sarayi iki adim otede,
palyaco rolu uzerimde bugun,
gunden gune giydirilen,
kendimi yargilarken bir fransiz inceliginde,

ruhum anlamsizca yerli yerinde,
bir bosluk duruyor onumde,
bir su kenarinda birakilmis,
gozlerinde dalgalanirken deniz,
baliklar geciyor gecmisimizden,
tutamiyoruz bir turlu,
tutunamiyoruz bir turlu,

kent kendinden gecmis,
uykusu gelmis sokak kedileri gibi,
geciyor efemera gunleri,
biriktiremiyorum artik hicbirseyi,
Faik Pasa yokusunda nefessiz,
soluklanmak yetmiyor
kefareti yok bunun,
bre kifayetsiz........

Castrate Nostalgia

baska bir gezegenden geliyorum,
uzlasmaci degil tavrim,
trenler geciyor icimden,
bir Wong Kar Wai yalnizliginda,
soluklanmak istiyorum her karede
kompartimanda yanilmis bir kont,
ilerliyor gecmisine,
transfixed bir yalnizlik onunkisi,
raylar cakmak cakmak

Magritte tablolarina bakamiyorum
viyolensel bir kompozisyonda,
bir naturmortun icine saklanmak niyetim,
Limonla nar arasinda biryerde,
Galata'dan gorulmeyen,
bir kenari deniz......
ihlamur kokan,


bitmemis bir sevisme sonrasi yakilan bir sigarayim simdi ben,
sigdirilamayan hazlarin,
bes dakikalik tatminsiz versiyonu....
bir portre beliriyor gozlerinde,
dumanlar geciyor kareden,
ve dudaklarindan......

casta diva caliyor
dolunay ilerliyor,
kastrat edilmis bir gerceklik pesinde,
bir adam geziniyor boylu boyunca............

20 Mayıs 2010 Perşembe

A SINGLE MAN














A SINGLE MAN





Every man’s memory is his private literature………
A.Huxley

Beauty is worse than wine, it intoxicates both the holder and beholder……
A.Huxley


Christopher Isherword’un ayni adli eserinden uyarlanan A Single Man, Modaci Tom Ford’un kariyerinde farkli bir estetik anlayis adina atilmis bir ilk film olma niteligi tasiyor.
C.Isherwood, aslinda Tennyson'un eserinden yola cikarak,ayni siiri kendi romaninin basligi olarak aliyor, Tennyson'in temelde tartistigi sonsuz yasam ve genclik eksenini farkli bir boyutta kurguluyor.Tennyson'nin belkide cikis kaynagi Mitolojik figur Tithonus daha dogru bir referans kimligi tasiyor.
60’li yillarin politik tansiyonuna paralel sekillenen film, bir yandan cizgi disi portreleriyle anti-conformist ve existentialist bir kimlik tasirken, ote yandan dus kenti Los Angeles'ta bireysel trajedilerine yenik dusen portreler galerisi.....

Protogonist George Falconer (Colin Firth), konvansiyonel dunya icindeki antagonist yapisiyla paradoksal bir portreyle karsimizda, 52 yasindaki Ingiliz asilli Profesor Falconer, dramatik bir kaza sonrasi, partnerinin yarattigi agony icinde flashbackler ve gundelik yasam ritueli icinde gidip gelmektedir.

Filmin acilis kareleri adeta bir Hitchcock filminin referansiyla aciliyor, gerilimi anlamlandirmak cokta kolay olmuyor, su icindeki bedenin ritmi bizi ambiguite bir hikayeye davet ediyor. Su icindeki belirsiz ritim ve gerilim dolu anlar, kaza sahnesiyle, dramatik yogunlugu artarak bizi olay orgusunun icine; korku, ask, yitirme ucgeninin icindeki hikayeye cekiyor.


Hitchcock izleri film boyunca farkli referanslarla izleyiciyle bulusuyor, market cikisi bos bir araba parki sahnesinde Janet Leigh'in (Pyscho)devasa gozleri (benzer bir kare Almodóvar'in “All About My Mother filmindede kurgulanmistir) iki yabanci adamin sigara cekisleriyle icice gecen Los Angeles'in puslu, belirsiz, garip, bir o kadar da cekici havasi altinda yasanan tatminin arka fonunda bilincalti bir imgenin varligi,ayni karede Bernard Herrmann'in Vertigo'sunun yarattigi bas donduren bir ritim......


George’un yakin arkadasi roluyle Charley (Julianne Moore), alkolik , terkedilmis, ulkesini terketmis, ve hala George ile bir iliskisinin olabilecegi hayallerine tutunmaya calisan bir karakterdir.Garip bir tesaduf ki her iki karakter’de yasadiklari toplumlarin disinda yeni bir kolonide, yasama alanlari olusturmaya ve varolmaya calismaktadirlar. Bir nevi gunullu bu surgun hayati icinde aidiyetini tasidiklari Avrupali kimliklerinide yanlarina alarak, Anglo-saxon territorilerinde tutkularinin pesinden suruklenmisler ve egzotik territorilerin cazibesinde kendilerini bulma ve varolma kaygisi tasimaktadirlar.

Ex-pat olma konumu birkez daha her iki karakteri bulunduklari toplum icinde yabancilastirmis ve normlarin disina itmistir tipki tercihlerine paralel....... Julianne Moore, Charley roluyle inanilmaz bir portreyi canlandirirken, kusursuz Ingiliz aksani, zerafeti ve dogalligiyla daha onceki benzer performanslarinin ustunde bir oyunculuk portresi ciziyor. A Single Man oncesi gerceklestirdigi filmlerden olan Far From Heaven (Todd Haynes) ve Savage Grace’le ( Tom Callins)birlikte yine benzer bir portreyi yorumlayan Moore, gaycentric bir dongunun icinde farkli cizgisini acikca ortaya koymaktadir.Tom Ford'un oyuncularinin belirlenmesinde izledigi tavir, onun gustosunun, zerafetinin acik ve net yansimasi olarak karsimiza cikmaktadir.





Huxley’in karakterlerinin Sokratesvari bir perspektif icinde yasamin anlamina dair tasidiklari kaygilar ve spekulasyonlar, George’unda kendi yasam felsefesinin olusmasinda benzer bir kimlik tasiyor.
Belkide en belirleyici duygu insan olmak, o bireysel trajedi icinde varolmaya calismak, Iste George bu noktada gunlerce kendisine toplum tarafindan giydirilmis rolu mukemmel bir sekilde giymekte, bir maske altinda tum duygusal erozyonlarini gizlemekte, ve toplumun dayattigi rolu israrla , kendisi olmanin disinda kabullenmis gorunmekle yetinmektedir.

Kenny'in (Nicholas Hoult)George'un hayatina girmesiyle, onun; o merakli durusu, yasami ciddiye almamasi, sisteme karsi gelme arzusu, ve androjen guzelligi, George'un bir anda dengesini bozar, askin guzellige duyulan arzu ve ozlem oldugu noktasinda kendisiyle kesisir, ve kendini gencligin deliligine birakir yokettiklerini bulmak adina.......
Kendini yoketmek adina oynadigi senaryolarda , sureci geciktirmis olmasi, aslinda o surecin belkide o dinginlige ulasmis olmakla, hazir olmakla kendiliginden ulasilabilir bir kimlik kazandiginida acikca bize gostermis olmaktadir.



Tom Ford'un , protagonist George'un mukemmmelliyetci portresi altinda; bir o derecede kirilgan , sofistike ve bagimli bir George bizleri bekler, George, konvansiyonel dunya icinde, marjinal kimligini ,seksuel, etnik, ve bir entellektuel olarak tasimakta ve bunlarin bilincinde olan bir entellektuel olarak aci cekmektedir, ustunede yasadigi duygusal travmanin yarattigi, bir o kadarda, Medici guzelligine duyulan askla kendi evreninin, fildisi kulesinin icinde hapsaolmus bir ince ruhtur, aslinda o hep askin, guzelliklerin pesinden suruklenenen gonullu bir surgun olmustur, tipki ukesini terkederek geldigi Los Angeles’ta Melekler Kentinde duslerine yenik dusen bir melek.....Jim'in (Matthew Goode)hayaliyle yasayan....


Film bu arada Sinemanin yaratigi illuzyonlarla oruludur, sinematografik vizyonun ait bu imgeler hepimizin yarattigi dussel ask ikliminde yasanan inanilmaz ask hikayelerinin (impossible love) hayali kult kahramanlaridir, O illuzyonun yarattigi dussel imgelere asik olmak gibi,sinematografik vizyona ait personalarin varligi filmde farkli kimliklerle ortaya konulmustur, James Dean (Carlos), Brigitte Bardot (Louise), Cary Grant (Is arkadasi) ve digerleri……Sinemanin yarattigi dussel imgelerle, kendi gercekliginin yarattigi ve sonrasinda yokettigi bu paradoxal tavir, Detaylar, kostumlerin sikligi, ekstrem yakin cekimler, gozler , dudaklar, zihnimize cakili kalan anlar, hep bir fotoroman kurgusu seklinde Ford’un perfectionist duyarliligiyla kesisiyor.


Filmin goruntu yonetmeni Eduard Grau'nun vizorunden yansiyan kompozisyonlardaki renk secimlerindeki ozellik; yan komsunun kirmizi dudaklari, sekreterin yesil gozleri, Kenny'in mavi gozleri, kucuk kizin mavi dantelli elbisesi,kirmizi guller. Renkler George'u kendi dunyasindan soyutluyor, cekip aliyor real dunyanin kaosundan......renkler adeta basrol oynuyor bir yabancilastirma efekti olarak, o derinlikte anlamlarini yitiriyor ve soyutlasiyorlar. Formlar birer canli tablolara donusuyorlar.......Tam anlamiyla estetik, uber-stylish bir film A single Man, detaylarin carpiciliginda gizli hersey. George'un kokusunu aliyorsunuz, Savile Row, Smythson, Tanqueray Gin, Lucky Strike Cigarettes; onun dunyasini cevereleyen etiketlerde, onun secimlerini yansitan, onu yaratan detaylar ve bu estetik gustoyu bizlere tasiyan, bu inceliklerle bizleri tanistiran da Tom Ford'un duyarliliginin acik ve net gostergesidir.


Tom Ford'un bu tur bir duyariligi ayni anda existentialist angst olarakta tanimlanabilir.Slow motion cekimler, sanki Ford zamani durdurmak istiyor, o ana yenik dusmek istemiyor, yitirmek istemiyor, ve o karelere inanilmaz duyarlilikta eslik eden muzikler, filmin karelerinin uzerinde, o duygusal yogunlugun, butunlesmenin ve atmosferin olusmasi adina son dercede basarili bir etki yaratiyor, o dramatik ritmin olusturulmasinda onemli bir rol oynuyor.Shigeru Umebayashi'nin muzik kalitesi goruntu estetigine paralel son derecede basarili bir kompozisyon ciziyor.

Ask sanki sinemada dolasan bir hayalet, 60’li yillarda sona eren Hollywood hikayelerine paralel bir eksende yitiriliyor……Bireysel trajedilerimize yenik duserken Los Angeles’in ucuk pembe ile fusya arasinda gidip gelen gokyuzunde, bir sinema karesinin yarattigi imgeye, arzu edilen cocuga oysa ne kadarda asik olmak istiyoruz….


Herneyse asolan Ask, ve bizlerde Ask cocuklari olarak ne olursa olsun, Askin acisiyla yasamayi surdurecek ve belki de o acinin yuzumuzde yarattigi tatli bir tebessumu, LAX havalimaninin A kapisindan cikarken, taxi kuyrugunda o tatli koku altinda ve muhtesem gunes isiginda yaninizda duran adamin koyu mavi gozlerine karisan sigara dumaninda, bir otel cikisinda doner kapidaki bayanin zarif boynunda tasidigi inci kolyede, parkta bir oglan cocugunun merakli bakislarinda, café de oturan genc kizin babet ayakkabilarini surekli giyip cikarmasinda ve ince uzun parmaklarindaki nar cicegi ojenin derinliginde arayacagiz ......
mayisikibinon & Istanbul
c.cerit

12 Mayıs 2010 Çarşamba

The Blue Bridge


thE bluE bridgE

Terkedilmis bir yalnizlik bu,
arkasinda mavi bir kopru birakilmis,
icimizde yolalan,
birbirimize teget gecen,
ve hep bir karsilasma umidi tasiyan.........

buyuk bir tehlikeyiz,
icten ice uzak.......
mavi bir koprunun hayalet sulari,
yuzerken gecmisimizde,
Ion'yadaki salyangoz gecesinde dudaklarinda arzulanan,
bir nar'in icsel bosluklarinda yankilanmalari,
zihnimde oyunlar kuran,
ve sonrasinda
Sibilla kehanetlerine uyanan,

Gozlerim Seni ariyor,
bir Borges labirentinde,
bir Satie sonesinde,
bir Chagall portresinde,
bir badem ezmesinde........

her an karsima cikacakmissin gibi,
bir kose basindan,
bir ikindi vakti cami avlusundan,
ogle uzeri Eyup Sultan'dan,
gecenin bir yarisi Galata'dan,
aksam alacasinda Kadikoy vapurundan,


garip bir umit bu,
gar tenhalarinda islatilmis,
guvertede zipkin yemis,
elimde gunu gecmis gazeteler,
o yabanci ilanlara bakiyorum,
bilmedigim adam suretleri geziniyor golgelerimizde,

ben ogle uzeri yorgun,
sen aksam vakti kayip,
hangi saat ne olur bir bilsek,
sarnicta bekleyen Medusa gibiyim,
birde seni bilsem,
sen hangi hallerde beni merak etmektesin?

ruhum yikik dokuk bir rum kilisesi,
sanki siyah beyaz bir filmde,
Aziz Meryemin balmumundan yapilmis gozyaslarini oynuyorum,
Gecmisimizde ise Atlikarincalar sonbahari...............

c.cerit