12 Nisan 2017 Çarşamba

SELF PITTY SENİ KURTARMAZ


gitmem gerekti
gitmeliydim bir başıma
uzaklara
hem de çok uzaklara
uzayda bir kara delik bekler beni
Ella'nın sesi misali 

tutamıyordum
tutunamıyordum
tutulamıyordum
hiçbir yerde 
hiçbirşeyde
hiçbir şekilde 

neyin lanetini üstümde taşıyordum ki
Olympos Tanrılarının izni olmadan
ve nasıl bu lanet kör etmişti ki onları
kukakları görmez
gözleri duymaz
Magritte tablosundan çıkma bir vakit
belki de çalınmış...

taşikardi kronik bir hal almıştı
içimdeki Dorian Grey
beni terketetmekle tehdit ediyordu
annem Rossio İstasyonundan trene binmişti
ve eve hala dönmemişti

Nif dağından güneş batarken
Spil Dağına paralel
Hermos nehrinde çoçukluk anılarımı yıkamıştım
Nifler  şahitti buna
ta ki Pan ortalığı karştırına kadar

Tromso kıyılarında yüzen balinalara eşlik eden dalga sonatlarına paralel...
Aurora Borealis özlemi içime girmiş
bedenime giydim tüm o renkleri
ve her nefes alışımda farklı tonlar içinde 
terminiojisiz bir bütünlüğe soyunurken 
Dante buraya düşse idi İlahi Komedyayı nasıl yazardı sorusunu sorduran 
ama kuzey ışıkları değil bu....  
Aurora Australis, güneyde bir yerdeyim 
Atacama  ile  Pinnacles Çölü arası,
Laponya'ya uzak ....


swing çal be Sam
pin up kızlar sarsın etrafımı
hezarpare olmadan  kaçmak yok......

X / IV / MMX7








6 Nisan 2017 Perşembe

Hội An'da ki Japon köprüsünden geçemedim ya, tamamlanmamışlar ekseninden nasıl geçerim ....

Ne köprüler geçtim ne köprüler yaktım
Hội An'da ki Japon köprüsünden geçemedim ya ....
işte beni öldüren de bu....

Sen, Orwellian bir ülkeden geliyordun
ve özgürlük seni kamçılıyordu
yıllar sonra konuşma yetine kavuşmuştun sen ...

nasıl oluyordu tutuk kalıyordun
ki ben sana ölesiye tutunuyordum

sen korkusuzdun
benim korkularım vardı
benim acılarım vardı
senin düşlerin
içinde ben olan
senin Saramago kitapların
benim kedim
senin menekşe mavisi gözleri olan kızkardeşin
benim eczacı bir teyzem,
senin dinlenmemiş hikayelerin vardı
benim mavi yazan kalemlerim ....

Cyrus'un silindirini ikimizde görmüştük
ve Salisbury Katedralinde Magna Carta önümüzde dururken ağlamıştık
çıkışta Constable tablolarını kıskandıran güzellikte ki portreye saklanmıştık
senin ve benim maceralarım olmazsa biz olmazdık
aslında bizi biraraya getiren  tesadüflerden de kaçamazdık

ben uçağı kaçırmıştım
sen treni
ben plan yapmamıştım
sen yapmıştın
Chefchouen'a ben Felemenklerle ilerlerken
sen yalnız geliyordun
ve o gece
yıldızlar daha bir parlak 
ve etrafta
tuhaf bir serinlik vardı,
gül kokuları mavi köyü sarmıştı ....
ve sen verandada yıldızlara bakıyordun
ben verandada sana bakıyordum
çıplak ayaklarınla
yanmış tenini saran krem keten gömleğin ve tone sur tone kapri pantolonun
uyumsuz çocuğun uyumlu halleri
ben de New York'ta Strand Bookstore yakın,
ABC mağazasından alınmış
üstünde sanskritçe bir şeyler yazan
rengi fuşyaya çalan
ipek bir şal, belimi saran
üstünde beyaz keten bir gömlek

tenin hiç olmadığın kadar koyu
bense hiç olmadığım kadar beyaz
saçlarının rengi iyice açılmış
gözlerim daha bir atlas yeşili
seninkisi ise meandros mavisi
sen ki hiç meandros'ta yüzmedin
ben çöl buyunca her tarafımı sararken
sen hertarafını açmıştın
güneş her tarafını yakmıştı ama mutluydun....

sonra ben sana Konichiwa dedim...
ikimizde kendi dillerimizden farklı bir dil konuşuyorduk
senin ki çok netti,
ele veren kendini,
benimkini anlamanı beklemek hata olurdu,
sormak ise senin pek te tarzın değildi
sonra güller hep aynı kokar mı diye sordum
sen bilmiyordun
başını döndüren şey neydi
ben mi güller mi
pek bi anlam verememiştin
Damask gülü ile Morocco gülü arasında ki fark neydi acaba?
Ouarzazate gitmeliydik dedim,
hiç duymamıştın orayı

sonra bana çölü antattın
çölde neyi arıyordun ki?
ben birşey aramıyordum
aramayı yıllar önce bırakmıştım,
seni merakla dinliyordum
aslında hep sen anlatıyordun ben dinliyordum
ve bu ikimize de çok iyi geliyordu...
bazen yolda birilerine birşeyler anlatmak istersin ya
işte o an girmişti içine
ve ben o ana hapsolmuştum....

içinden birşey seni çağırmıştı buraya
söz geçiremediğin birşey
söz dinletemediğin birşey
dillendiremediğin birşey 
seni dinlemeyen
eyleme davet eden
ve sen buna kulak vermiştin 

benim de içimden birşeyler seni çağırmıştı
La Giralda kadar büyük
Al Koutoubia kadar eski
ve ben bunu biliyordum
ama sana söyleyemedim nedensizce

burada kalmaya karar verdik
sanki buradan çıkarsak büyü bozulacaktı
içimize öyle bir korku yerleşmişti

otel'e başka başka insanlar gidip geliyor
ama her akşam ikimiz veranda da adını bilmediğimiz yıldızlarla başbaşa kalıyorduk
nedense
herkes çok meşguldu
yetişmeleri gerekiyordu biryerlere

ben ruhuma iyi gelen şeylerin peşindeydim
sense kendi gümüş tilkilerinin peşinde 
ruhumu doyurmalıydım
ve çöl beni çağırmıştı

sense çölün sırrını istiyordun
sırlanarak bulabilirdin onu
ama önce sırlarını açmalıydın
beklemen gerekiyordu
ta ki çöl sana el verene kadar 

çöl beni çağırdı
ve sen oradaydın ....

bazı şeyler tamamlanmaya koşarken
bazı şeylerde yarım kalmalıydı
ve bazı hikayeler gizli
ve hiç dinlenmemiş
tıpkı sen ve benim bitmemiş hikayelerimiz gibi...

sen beni görmedin
aslında ilk ben seni görmüştüm 
ama görünen o ki bizi Rif dağlarında bekleyen rastlantıdan ikimizde kaçamadık......
o nisan akşamı
çöle ve yıldızlara yakın

III / IV / MMX7

24 Mart 2017 Cuma

Château d'If 'ten kaçış planları ....


içimde garip bir Bakunin ve Rosa Luxemburg yetmesi
içimde devrimden yenik düşen prensler

içimde erimeyen bir buz
bir kütle
orada durarak kendini hatıralatan ....

içimde kanji metinler
hiç durmadan savaşan

içimde ötekilerin benlikleri
ötekilerin tüm olmamışlıklarının blues hali

içimde hiç uçmayan bir pelikan
hep o limanda bekleyen

içimde olmamışlıkların bin hali
olamadıklarımın Alice mavisi

içimde erken açan badem ağaçlarının çiçekleri,
içimde uydusu olmayan gezegenler

içimde Ravel'in bitmemiş sonatları,
içimde Whalt Whitman 'ın hiç yazılmamış metinleri

içimde bir  Château d'If
kaçışı olmayan 

içimde bir kum fırtınası sonrası
kollektif bilincin taneleri gibi
her yeri saran kum tanecikleri

içimde bir saat
yelkovan ve akrebi ters yönde ilerleyen 

içimde bir sen
hiçbir yere oturtulamayan
hiç içimden çıkmayan .........

XXIV / III / MMX7

22 Mart 2017 Çarşamba

CARRY GRANT FİLMLERİ İŞE YARAMAZ NE DE MELANKOLİ


............................ "Even in Arcadia, there am I"................
senin gitmenle hayatımız alt üst oldu
düzenimiz bozuldu
hayatın ritmi
şarkıların tonu
piyanonun akordu
güneşin Alice mavisine kaçan rengi
herşey bambaşka görünüyordu
hayatım resmen iki döneme ayrılmıştı 

sen gitmeden önce
ve sen gittikten sonra ....

işte burada, benim hikayem de yeni başlıyordu

o günden sonra
bana birşeyler oldu
birşeyler yolunda gitmez oldu
Turnalar bile yönünü şaşırmıştı ....

bu kenti pek sevmez oldum
ahaliyi pek bi sevimsiz buldum 
hafta Macau'da rulet masalarında başlarken
körkütük, fena halde sarhoştum, 
Saigon'a gidene kadar geçen günler  boyu kendimi oyalayabilirdim
hatta malarya tabletlerini fillere yediriyor
hastalığa yakalanmak için her yolu deniyordum
sonrası keza muson yağmurları...
avunmak için birşeyler yaratabilirdim....

kendime yeni meşgaleler edinmiştim
eskilere sorarsak elzem olmayan şeylerle, abesle iştigal ediyordum....
yeter ki senin çıkıp gittiğin anı hatırlamamak için....
sırf senin unutmak adına japonca öğreniyordum,
kanji metinleri yutmuş
katakana konuşuyor
hiragana yazıyor...
Katanamın kestiği yerlerin acımamasını endişesiz izliyordum

ama zamanın aleyhime işlemesine aldırış etmeme yetimi kaybetmiştim bir kez.....
fuşya ve fulya kokan yağmurlar sonrası bilinmez bir boşluk

saatler geceyarısına,
ben uykusuzluktan uykuya teslim olana dek,
Okyanuslar Ansiklopedisini bin yüz 77 kez
Carry Grant filmlerini yüz 7 kez,
yukarıdaki tepeye cıkarken bin yüz 22 basamaktan oluşan ve  sonrasını unuttuğum tepeyi,
ve unutmaya çalıştıklarımı yüzlerce kez hatırlamanın acısını kaç kez tekrar etmem
ve etmemem
arasında geçen zamanı,
ben bile hatırlamıyorum şimdi....

bazen Paris'e sığınıyordum,
o günler Oscar Wilde'a mezarının başında oturur ona saatlerce Murakami okurdum,
o günler, olur da dekadans bana panzehir olur,
olur da Gar de Lyon'da karşılaşırız
olur da  St.Martin kanalından bisikletinle geçersin...
hep bi seni görme umudu taşıyan bir ben
ve umuduna yenik düşen
kölesi olan bir ben .....
ki Paris'i sevmeyen ben....

kimi zamansa Alfama'da
Fernando Pessoa'yı takip ederken buluyordum kendimi,
onunla sokak ortasında tartışırken,
birden
etrafımı saran garip ifadeli adamlar ve kadınları görünce....
toplum içinde kendi kendine konuşmanın genel adap kuralları içinde ayıp kaçtığını hatırlar,
utanarak oradan uzaklaşırdım....
halbuki ne var ki bunda, ben kendi kendime bile söz geçiremezken,
biraz kendimle konuşmanın kime ne zararı olabilirdi ki ....
aslında ben Fadistaların çığlıklarını bile duymuyordum,
adeta kör oldum, duyamıyordum....

kuzey ve doğu enteresandı,
ama ben hep güney ve batıya açıktım.....
Èze Şatosunda birkaç gün soluklanmak belki beni rahatlatabilirdi,
ruhumu terbiye etmem gerekiyordu,
ağustos böceklerini dinlemek,
transparan kertenkele avına çıkmak,
şato içinde kaybolmak
ve sınıra yakın olma  düşüncesi,
ama içimde hep bir Boris Vian...
sürrealist kaçamaklar,
canımı yakan yakamozlar ....

Roma da iyi gelirdi, Trastevere ye yakın bir yerler
tepeden Roma'ya bakamak
Piazza San Egidio'da  Cinema Pasquino'ya uğramak
Alberto Sordi ve Anna Magnani izlemek
ama unutmaya yetmez ki....
Tevere nehrinin altından çok sular aktı,
dili yok ki mermerlerin Roma'da anlatsın...
benim de dilim yok ki anlatayım....


ama benim kentim Tanger'di
orada ki his hiçbir yerde yoktu,
bir adım atamayabilirdin
ve orada hapsolabilirdin,
çok uzak ve çok yakındı....
hava aynı anda yasemin ve tehlike kokuyodu,
bu rüzgar Atlantik'ten mi yoksa Mare Nostram'dan mı geliyordu kestirmesi zor,
Paul Bowles bile bunu bilmiyordu ....
hikayeyi ise Sarah Walters yazsa bitiremezdi ....
çölün masallarına ihtiyacım vardı
bir de uyumaya ....


o sıralar
imsomniayla tanışmıştım, 
ve uyku da beni terketmişti
uykuya tam teslim olacakken
Nyks'in oğlu Hypnos'un kanatları düşerken
tam kendimden geçerken
tutamıyordum kendimi
garip bir nöbet sarıyordu beni ve evreni
saatin tiktakları
önce boğaz kıyılarına
sonra
vuruyordu içime
engel olunamayan tsunami misali

herseye katlanabilirdim ben
ama birtek
senin beni bıraktığın bu kent bırakmıyordu beni,
geçmişimizi
ve seni.....
içimde taşıdığım hayallerimi...

XXII / III / MMX7


Respice post te! Hominem te esse memento!

            Respice post te! Hominem te esse memento!

Renoir'ın Seine Renginin mavisi olsa gerek
içimdeki kobalt mavisi bir Oscar Wilde 
hergün intihar ediyor
her leylak akşamı
Alsace Oteli'nde
Saint Germain des Prés Manastırı'nda ayaklarımı buz kesiyor...
gitmiyor hiçbirşey yolunda
hiç birşey beni kesmiyor
aksine ne de yolumu kesmiyor .....

çiçek, kafatası ve kum saati....
yaşam, ölüm ve zaman döngüsünde.... 
sanki post-Poussin sendromları
tanımlamak adına yola çıkılmış
sonrası çıkışsız bırakılmış
Memento Mori....

Arkadya uzak sana, bense yakın ....

*Respice post te! Hominem te esse memento! Arkana bak, sadece bir insansın, hatırla !!!

XXII / III / MMX7

21 Mart 2017 Salı

EDWARD HOOPER VE UZAY

......gizlenemezsiniz, gelir sizi bulur söyleyemedikleriniz.....

sözler nereye gizlenmişti?

nereye bırakıp gitmişlerdi...
nereye saklanmışlardı?
hiç söyleyemedikleriniz...
hiç söyleyemediklerimle beraber
hiç adını bile anmadıklarınız
Hepiniz...
ve herbiriniz?
hiç itiraf etmemiştiniz,
ve hiç bu kadar kolay olacağını dile getirmemiştiniz....

bunlar sizin zaaflarınızdı,
ve  bu yüzden oyuna eşlik etmek zorunda bırakmaktı niyetiniz...

Siz, o sükunet ve sessizlik altına sığınırken,
kendi yalanlarınızla
aslında sükunetiniz
hiç te asilliğinizden
hiç te mağrur duruşunuzdan,
hiç te masum duruşunuzdan,
hiç te gururlu duruşunuzdan,
değildi...

boştu ...
uzay kadar, Gobi çölü kadar,
oksijensiz bir gökyüzü kadar....
Edward Hooper kadar....
tarififsiz bir boşluktu sizin ki....
yukarıdakilerin kıyısından bile geçmeyen....
ama ben bunu tarif edemem ki...
siz en iyi bilirsiniz,  o boşluğu....
benimkiler yine anlam yükler,
öteye taşır,
ötekileştirir
özelleştirir .....

sükunetiniz hainliğinizden,
sessizliğiniz kibirle aldanmış
ve aldatılmış
yalanlarınızdan ve inanmak istediklerinizden ibaretti...
sessizliğiniz nefret içinde boğuluyordu
ve siz bunu göremeyecek kadar çoktunuz
ve siz bunu göremeyecek kadar cahildiniz ...

ve bunun hiç te affedilebilecek bir tarafı yoktu...
ve anlaşılabilir bir tarafı yoktu,
ya da elle tutulabilir bir tarafı....
ya da sizi haklı çıkartabilecek bir yanı...

ve siz o yokluk içinde
yok olmaya mahkumdunuz .....


XX / III / MMX7





20 Mart 2017 Pazartesi

KEÇİ AYAĞI & SÜBYE VE HAVANA


KEÇİ AYAĞI & SÜBYE VE HAVANA

iyi geliyordu şiir yazmak,
kendimi özgür hissediyordum ve de mutlu ....

iyi geliyordu bu hava,
iyi geliyordu bu kent,
bu basamaklar,
kentin mavisi, martılar 

sen bile iyi geliyordun....
bütün ağırlıklardan kaçabiliyordum
kendimden bile...
tamamiyle bendim,
olmak istediklerimden de öte,
dayatılanlardan da öte ....

canım hiç olmadığı kadar Feride Teyze'nin yaptıgı keçi ayaklarından istiyordu.....
canım saatlerce dedemle yürüyüp Havra sokağının bir köşesinde durup, doya doya sübye içmek istiyordu.....
canım hiç olmadığı kadar Havana sokalarını arşınlamak,
canım hiç olmadığı kadar Chagalle tebessümüyle yürümek,
Yayoi Kusama'nın renkli dünyasında bir puantiye dönüşmek,
Alice'in Harikalar evreninden kaçırılmış hissetmek gibi....
Meriç kıyısında  bir Ayçiçeği tarlasından yıldızlara bakmak gibi....
bir Wong Kar Wai  karesinde köşeye oturup sessizce olan bitene tanıklık etmek gibi
birşeyler....

canım delicesine sarhoş olmak, ve  bilmediğim, tanımadığım insanların hikayelerini dinlemek istiyordu....
dünya beni beslerken, kendi küçük dünyamızda anlamsız gaileler içinde mızmızlanmak,
yok saymak,
ayıp kaçmıyor muydu?
koskaca galaksi ve evrenin ihtişamı altında
insanoğlu beni hep güldürüyordu....

ki ben buna hazırlıksız yakalanmıştım....
ancak öyle kendime gelebilirdim,
ancak yeniden ümit edebilirdim,
ancak yeniden çocukça şaşırabilirdim,
ancak yeniden sevebilirdim.....

X7 / III / MMX7