19 Eylül 2012 Çarşamba
BÜLBÜLDERESİ CİNAYETİ, YAZIYOR YAZIYOR
bazı günler mezarlıklarda bulurdum kendimi,
en çok ilgimi çekende Bülbülderesi mezarlığı olurdu…
oysa Üsküdar, Scutari olmaktan çıkalı yüzyıllar geçmişti…
dedim ya bu aralar üstüme nekrofili belası bulaşmıştı
agarofobide cabası
başım fena halde dertteydi…
bazı akşamlar Feriköy’de Latin mezarlığında, bir şapelde
Charles Baudelaire okurdum
kimi zamansa Aşiyan'da bir erguvan altında soluklanırdım
pazartesi Tanpınar’ın başında kitap okurdum...
Nuran’ın çıkıp gelmesini beklerdim
çok gören olmuştu
ben kalktıktan sonra bir kadın gelirmiş
sonra ağlamaklı bir halde sahildeki iskeleye koşarmış….
bir tek pazar uğramazmış
sormayın neden….
salı boş boş yürürüm kilometrelerce
kimi zaman bir kitabeye rastlar
ne olduğunu anlamaya çalışırdım....
neden buraya dikilmişti
o an anlardım
eşyanın tabiatına
aykırı durmanın cazibesini
yıkılırken üstüme Santa Maria Katedrali….
kimi zaman köşebaşlarında unutulmuş su yalakları,
nişantaşları, yıkık dökük kitabeler….
bende kendiliğinden vücut bulmuş hikayeler gibi
çıkar önüme dikilirlerdi
bende her kişisel hezimetin sonrası
dikerdim kendi taşlarımı
kentin farklı tepelerinin üstüne
sonrada ağlama duvarları örerdim üstlerine
ağladığım yerler haritası bile çıkarmıştım
utanmasam bunu yayınlardım ama
ünüm heryanı sarmıştı çoktan
yakışık almazdı bu medeni gaflet
usulca ilave ettim
bunu bir de kendi coğrafyama
çarşamba Papa Roncalli sokağında bir çıkmaza saparken
yaseminlerle çevrili bir yol beni alıkoyar
Vatikan bahçesi sanki hiç bitmeyecekmiş
gibi durur gözümün önünde
oysa içimde garip dörtlüklerin
bitmemiş son halleri
gibi bir rüzgar eser
Perşembe yağmur var
kime ne
cuma ıssız
cumartesi kimsesiz,
İzmir’de Kançeşme yolu üstünde
yağmalanmış bir Musevi mezarlığı var
bilmem bilirmisiniz
oraya da gittim tabii
bunu sorgulamanız beni tanımadığınıza delalet
ama daha çok yol var…
Selanik’te ayrı bir hüzün dolanıyor bu gece
sokakta bir çığlık
Bülbüldere mezarlığında bir dönme ….
eski filmlerde olsaydı
yazıyor yazıyor
mezarlıkta bir dönme ölü bulundu,
yazıyor yazıyor
cinayeti yazıyor….
c.cerit 7MMXII EAST
KALENDER’DE BİR MABEYNCİNİN ANATOMİSİ ÜZERİNE
Kalender’de
müstakil bir huzur arıyordum
badem ağaçlarıyla çevrili
bir o kadar masum
başka hiçbir şeye hizmet etmeyen
sahilde, senin rüyalarının üstüne
dayanmış yalılar
dayatılmış arzular
dinlenmemiş valsler
demlenmemiş hayaller
denenmemiş sergüzeştler
yosunlarla birlikte sahile vururken
köşedeki Sabuncakis Çiçekçisinde
unutulmuş bir frezya
günbatarken
köşkteki freskler düşüyor
tuz buz oluyor
beni bu bıraktığın
Mabeynci köşkünde
bedenime iliştiriyorum
düşen parçaları
her hareketimde
her hatıratında
un ufak oluyor her şey
yeniden düşen parçaları
yeniden başka noktalara
yerleştirirken
bedenim mi artık taşıyamayan
yoksa ruhum mu bilemiyorum
bilemiyorum
c.cerit MMXII ISTANBUL
HOTEL ANGLETERRA
HOTEL ANGLETERRA
içimde nedensizce bir Sergei Yesenin
her gün yavaş yavaş intihar eden
her beyaz aksam St.Petersburg'ta
The Angleterra Otelinde
St Isaac Katedralinde ayaklarımı buz kesiyor
gitmiyor hiçbirşey yolunda
gitmiyor
ayaklarım gitmiyor…
yollar buz kesmiş
ince kristallerle kaplı
oradan çaresizce Sindagma’daki
Hotel Grande Bretagne’yaya geçerken
sıcaktan burnum kanıyor
sanki hiç durmayacakmışçasına
dayanılmaz bir hal alıyor bu hemofili nöbetleri…
sıcaktan her şey eriyor
içimdeki Yesenin bile
içimdeki nöbet tutan asker,
beni olur olmaz köşelerde yakalarken ansızın
Istanbul’da bir ben
Londra Otelinde bir papağan
Bavyeralı bir soytarı
ve
gece resepsiyonisti bir öğretmen
oturmuşuz
sigara içiyoruz ayrı köşelerde
kimse birbirine neden diye sormuyor…
konuşmuyoruz
papağan en çok fıstık seviyor...
alman soytarı kendini
ben seni
öğretmen birini seviyor mu?
o kimseyi neden sevmediğini bile bilmiyor
kesin olan tek şey uykuyu sevdiği
sonra yakınlardaki Şapelden bir çığlık yükseliyor,
Viktor Levi’nin kapısına kilit vurulmuş
Walt Whitman’ın hayaleti geçiyor
sonra kırmızı bir tramvay
peşisıra bir kedi …
aslında hayat geçiyor….
c.cerit –MMXII Istanbul
içimde nedensizce bir Sergei Yesenin
her gün yavaş yavaş intihar eden
her beyaz aksam St.Petersburg'ta
The Angleterra Otelinde
St Isaac Katedralinde ayaklarımı buz kesiyor
gitmiyor hiçbirşey yolunda
gitmiyor
ayaklarım gitmiyor…
yollar buz kesmiş
ince kristallerle kaplı
oradan çaresizce Sindagma’daki
Hotel Grande Bretagne’yaya geçerken
sıcaktan burnum kanıyor
sanki hiç durmayacakmışçasına
dayanılmaz bir hal alıyor bu hemofili nöbetleri…
sıcaktan her şey eriyor
içimdeki Yesenin bile
içimdeki nöbet tutan asker,
beni olur olmaz köşelerde yakalarken ansızın
Istanbul’da bir ben
Londra Otelinde bir papağan
Bavyeralı bir soytarı
ve
gece resepsiyonisti bir öğretmen
oturmuşuz
sigara içiyoruz ayrı köşelerde
kimse birbirine neden diye sormuyor…
konuşmuyoruz
papağan en çok fıstık seviyor...
alman soytarı kendini
ben seni
öğretmen birini seviyor mu?
o kimseyi neden sevmediğini bile bilmiyor
kesin olan tek şey uykuyu sevdiği
sonra yakınlardaki Şapelden bir çığlık yükseliyor,
Viktor Levi’nin kapısına kilit vurulmuş
Walt Whitman’ın hayaleti geçiyor
sonra kırmızı bir tramvay
peşisıra bir kedi …
aslında hayat geçiyor….
c.cerit –MMXII Istanbul
GÖLGEM DOLANIYOR ETRAFINDA
GÖLGEM DOLANIYOR ETRAFINDA
ne zaman canım sıkılsa
kendimi eski posta binasının basamaklarına atardım
yazdığım hikayelerin kahramanı olmaya soyunurdum
ama hiçbir zaman onlar kadar cesur olamazdım
kendine yetmeyen
kendini taşıyamayan
kendine muvaffak olamayan
biri olup çıkmıştım
nasıl bir iştir bu anlayamamıştım..
içimdeki bu hisle baş edebilme arzusunu çoktan kaybetmiştim…
ne zaman aklıma düşse hayalin çekip gitmek geçerdi içimden
kendim olmadığım benlerden
işte o gün
ben senin gözlerinin lacivert olduğunu
unutmuştum…
geçmiş gecelerden biri durmaktaydı ellerinde
içimde geçen bir sen
velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde
eski rıhtımda senin siluetin
bugünlerde kendime mektuplar gönderir oldum
garip bir heyecanla
açıyorum ıhlamur kokan gecelerde
kimi zaman sözcükler yer değiştirmiş
kimi zamansa silinmiş
anlamıyorum hiçbir şey
gölgem dolanıyor etrafımda
oysa ki seni araması gerekirken
beni bırakmıyor
o bile benden şüpheleniyor
oysa her defasında seni yolcu ediyor
sonra yeniden karşılıyorum
adını bile bilmediğim garlardan…
kızgınlığım geçmiyor
hatırlamadığım tenha sokaklardan geçerken
senin ellerin yakamda
ben artık yoruldum
oysa seni seviyordum
Istanbul’u seviyordum
ama yine de alıp başımı gidecektim…
dedim ya ben yoktum
orada duran başkası
MMXII- C.CERİT
FAİLİ MEÇHUL
FAİLİ MEÇHUL
adını koyamadığım
içine sığamadığım
bir başkası vardı
içimde saklanan
git desem de aldırmayan
ne yapacaktım ben böyle
hiç bilmiyordum
tek bildiğim bir türlü beni bırakmıyordu
bin türlü numaralar da işe yaramıyordu
acı çekmekten yorulmuştum
kelimelere teslim olmaktan başka çarem de yoktu
yazmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden
başka bir yol gözükmüyordu
tesellisi olur muydu açmamış manolyalar
birgün beni ıslak bir kaldırım kenarında buldular
dedektif cinayetten şüpheleniyordu
ama elinde bunu doğrulayacak hiçbir ipucu yoktu
herkes bu esrarengiz adamın ölümünün ltında
yatan sır perdesini aralamak istiyordu…
hatta o gün öğleden sonra uğradığım Gramafon Tamirhanesine bile uğradılar
uzun uzun garip adamı sorguladılar
sonra oradan aldıkları bilgiyle
Denizciler Kitabevine gittiler
evet buraya uğradı ve birkaç gravüre baktı ve çıktı yanıtı
Komiser Amiri Tekin’ni pekte memnun etmemişti
ee sonra nereye uğramıştım…
aslında benim Marika adlı bir arkadaşım vardı
belki ona sorsalar o yanıtı biliyordu…
dedim ya dedektifler hiçbir işe yaramıyordu…
sonra kaldığım Hotel Dakar İtalya’ya
bir hışımla daldılar
resepsiyonist şaşkın, uykulu
evraklara baktılar
odaya çıktılar
oda boştu
masada kırmızı bir kalem vardı
üzerinde elementary my dear Watson yazıyordu
mavi bir nokta çizilmişti masanın üzerine
Tekin kendi kendine cevaplarını veremediği sorular soruyordu
evet doğru burada kalmış
neden acaba,
bazı zaman insanların otelde kalabileceğini pekte tasavvur edemiyordu
Tekin çok Tommix Texas okumuştu…
Tekin tekinsiz işler üzerindeydi
Bunu kendide biliyordu
Ama bu onu pekte rahatsız etmiyordu….
Tekin yerleri kokladı
bir şey bulamamıştı
o hışımla çıktı
soluğu orospu Nalan’da aldı
kızın canını acıtıyordu
kız gıkını bile çıkarmadı
hoşuna gitmedi bu
bir sigara yaktı,
Nalan’da yaktı
ceketini aldı çıktı
ıslak yolda sigarasını içine çekiyordu
Tarlabaşında bir ara sokakta gözden kayboldu
ertesi gün Tekin’in cesedini
Hasköy ’de bir depoda buldular…
avucunda mavi bir nokta …
üç gün sonra dosya kapanmıştı
üstünde faili meçhul yazıyordu….
bulamamışlardı katili
mavi nokta neydi?
Neden mavi noktalar işaretlenmişti?
kimsenin aklına gelmemişti şiirlerimi okumak
kalbime bakmak
kalbime bir anjiyo yapmak
aslında cinayeti ben görmüştüm
ama nasıl olurda suçumu üstlenirdim
hem ben bir ölüydüm artık….
c.cerit MMXII/VII IST
adını koyamadığım
içine sığamadığım
bir başkası vardı
içimde saklanan
git desem de aldırmayan
ne yapacaktım ben böyle
hiç bilmiyordum
tek bildiğim bir türlü beni bırakmıyordu
bin türlü numaralar da işe yaramıyordu
acı çekmekten yorulmuştum
kelimelere teslim olmaktan başka çarem de yoktu
yazmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden
başka bir yol gözükmüyordu
tesellisi olur muydu açmamış manolyalar
birgün beni ıslak bir kaldırım kenarında buldular
dedektif cinayetten şüpheleniyordu
ama elinde bunu doğrulayacak hiçbir ipucu yoktu
herkes bu esrarengiz adamın ölümünün ltında
yatan sır perdesini aralamak istiyordu…
hatta o gün öğleden sonra uğradığım Gramafon Tamirhanesine bile uğradılar
uzun uzun garip adamı sorguladılar
sonra oradan aldıkları bilgiyle
Denizciler Kitabevine gittiler
evet buraya uğradı ve birkaç gravüre baktı ve çıktı yanıtı
Komiser Amiri Tekin’ni pekte memnun etmemişti
ee sonra nereye uğramıştım…
aslında benim Marika adlı bir arkadaşım vardı
belki ona sorsalar o yanıtı biliyordu…
dedim ya dedektifler hiçbir işe yaramıyordu…
sonra kaldığım Hotel Dakar İtalya’ya
bir hışımla daldılar
resepsiyonist şaşkın, uykulu
evraklara baktılar
odaya çıktılar
oda boştu
masada kırmızı bir kalem vardı
üzerinde elementary my dear Watson yazıyordu
mavi bir nokta çizilmişti masanın üzerine
Tekin kendi kendine cevaplarını veremediği sorular soruyordu
evet doğru burada kalmış
neden acaba,
bazı zaman insanların otelde kalabileceğini pekte tasavvur edemiyordu
Tekin çok Tommix Texas okumuştu…
Tekin tekinsiz işler üzerindeydi
Bunu kendide biliyordu
Ama bu onu pekte rahatsız etmiyordu….
Tekin yerleri kokladı
bir şey bulamamıştı
o hışımla çıktı
soluğu orospu Nalan’da aldı
kızın canını acıtıyordu
kız gıkını bile çıkarmadı
hoşuna gitmedi bu
bir sigara yaktı,
Nalan’da yaktı
ceketini aldı çıktı
ıslak yolda sigarasını içine çekiyordu
Tarlabaşında bir ara sokakta gözden kayboldu
ertesi gün Tekin’in cesedini
Hasköy ’de bir depoda buldular…
avucunda mavi bir nokta …
üç gün sonra dosya kapanmıştı
üstünde faili meçhul yazıyordu….
bulamamışlardı katili
mavi nokta neydi?
Neden mavi noktalar işaretlenmişti?
kimsenin aklına gelmemişti şiirlerimi okumak
kalbime bakmak
kalbime bir anjiyo yapmak
aslında cinayeti ben görmüştüm
ama nasıl olurda suçumu üstlenirdim
hem ben bir ölüydüm artık….
c.cerit MMXII/VII IST
TAHTA BAYKUŞ
TAHTA BAYKUŞ
bulutlar geziyor yatağımın üstünden
doğudan batıya …..
saatlerce onların geçmesine tanıklık ederken
duvarda asılı bir Fujiyama tablosu
her zaman ki gibi karla kaplı
eteklerinde kiraz agaçları
yerde bir Murakami kitabı
bir sigara paketi,
boş bir valiz,
heryere saçılmış notlar,
New York’tan tahta bir Baykuş
Donna’nın hediyesi olmalı,
kapı kolunda asılı bir file
Marylebone’daki bir Fransız peynircisinden alınmış,
altında başka bir bez torba
New York Strand yazılı…
küçük komidinin üstünde duran
küçük prens eskizleri…
alt rafta Carry Grant filmleri
yanında Howard Hawks’ın çok sevdiğim bir filmi
sonra püsküllü Victorian parfüm şişesi
Endymion,
onun kokusu
yerlere düşen kanje metinler
karşı tepedeki kilisenin zorlukla seçilebilen çan kulesi,
aşağıda sarı kırmızı renklerde bir benzin istasyonu,
sonra karşı sokaklarda yürüyen insan silüetleri
eksik kalan bir şeyler olmalı
hay aksi …
işte tam orada
tüm bunların üstüne
odada boylu boyunca uzanmış yalnızlığım…
c.cerit VII7MMXII IstAnbuL
bulutlar geziyor yatağımın üstünden
doğudan batıya …..
saatlerce onların geçmesine tanıklık ederken
duvarda asılı bir Fujiyama tablosu
her zaman ki gibi karla kaplı
eteklerinde kiraz agaçları
yerde bir Murakami kitabı
bir sigara paketi,
boş bir valiz,
heryere saçılmış notlar,
New York’tan tahta bir Baykuş
Donna’nın hediyesi olmalı,
kapı kolunda asılı bir file
Marylebone’daki bir Fransız peynircisinden alınmış,
altında başka bir bez torba
New York Strand yazılı…
küçük komidinin üstünde duran
küçük prens eskizleri…
alt rafta Carry Grant filmleri
yanında Howard Hawks’ın çok sevdiğim bir filmi
sonra püsküllü Victorian parfüm şişesi
Endymion,
onun kokusu
yerlere düşen kanje metinler
karşı tepedeki kilisenin zorlukla seçilebilen çan kulesi,
aşağıda sarı kırmızı renklerde bir benzin istasyonu,
sonra karşı sokaklarda yürüyen insan silüetleri
eksik kalan bir şeyler olmalı
hay aksi …
işte tam orada
tüm bunların üstüne
odada boylu boyunca uzanmış yalnızlığım…
c.cerit VII7MMXII IstAnbuL
19 Haziran 2012 Salı
NEDEN BENİ BİR CUMA GECESİ BIRAKTIN GİTTİN ?
o yıldızlı gecede
o cuma gecesi
ayrılırken biz
söz vermemişken
daha henüz hiçbirşeye....
ikimize bile .....
henüz çok erken iken ....
sen çekip gitmiştin
önceleri garip bir ağırlık çöktü üstüme
peşisıra kelebekler ve Gotlar sütunu
o günden sonra
cumaları sevmez oldum
ilk başlarda
hafta pazartesiyle başlarken
yapacak sürüyle iş vardı
yeni oyunlar bulmuştum kendime
aslında ben kendimi avutabilirdim….
ve başkalarını da
ama cumalar olmasa
evet, pazartesi Tanpınarın başında kitap okurdum...
kimi zamansa Aşiyan'da
denize karşı oturur, ayaklarımı mı ruhumu mu dinlendirirdim şimdi kestiremiyorum ama
gözlerimin hep birşeyleri yakalama peşinde olduğu gerçeğini hiçbirşey değiştiremezdi.....
salı, boş boş yürürdüm kilometrelerce
kimi zaman bir kitabeye bakar
ne olduğunu anlamaya çalışırdım....
neden buraya dikilmişlerdi
o an anlardım
eşyanın tabiatına
aykırı durmanın cazibesini
yıkılırken üstüme St. Espirit Katedrali.
salı kendimi oyalayabilirdim, oyalıyordum da ...
çarşamba keza
o gün tüm Sirkeci benimdi,
Pandelli’de öğle saatleri Galata’ya doğru yemek yerken
Eminönü’nün yalnız güvercinleri geçerdi pencerenin önünden
Sonra mavi vespalı bir çocuk…
Kimi zaman dilsiz olurdum
Dilsiz abi geldi derler kıyıya çekilirlerdi,
Kuyudibinde Agop’un meyhanesinde sabahlarken
nasıl olurda kurşun yemeden sabahları dönerdim
kendime
eve
bilmiyordum…
avunmak için birşeyler yaratabilirdim....
perşembeye
hiçbir işi bırakmıyordum
o anı beklemekten başka bir çarem yoktu….
Saatlerce bir South African Stellanbosch’la Rachmaninov dinleyip
Üstüne Tatavla’da kol geziyordum….
Cumaya hazırlıyordum kendimi….
o kadar çok iş biriktiriyordum ki
yeter ki cumanın geldiğini hatırlamamak için....
sırf saaatlerce çalışıp o anı geçmekti amacım
ama zamanın aleyhime işlemesine aldırış etmeme yetimi kaybetmiştim bir kez.....
perşembe sonrası bilinmez bir boşluk
ve melankoli
sarıyordu beni
Lizbon çıkmıyordu içimden ......
ve bir de sen .....
saatler tam onikiyi vurduğunda
tutamıyordum kendimi
garip bir nöbet sarıyordu beni ve evreni
saatin tiktakları
önce boğaz kıyılarına
sonra boğazıma
vuruyordu içime
engel olunamayan tsunami misali
herseye katlanabilirdim ben
ama birtek
cumaları yapamıyordum ben ....
sen bir Cuma akşamı kenti terk mi ettin.... yoksa? ben mi kaldım burada bilmiyorum…
bir tek o an takılı kaldı bildiğim ....
c.cerit MMXII- East *an *bul
14 Mayıs 2012 Pazartesi
PERHAPS...
There is no greater solitude than that of the samurai unless it is that of the tiger in the jungle... Perhaps...
Ion güneşi altinda bir anı,
tıpkı diğerlerinin bende terkettikleri yalnızlıklar gibi...
oysa ki sarı çoraplarimi çok seviyorum,
sonra dokunduğum duvarı,
sokağin taşlarını, tozunu, kokusunu.....
kilisenin bahçesindeki nar ağaçlarını......
o günlerde,
Kilisenin düşen parçalarından bir elbise yaptım kendime,
ayışığı manastırında yıkanırken....
içimdeki benler yerdeğiştirirken ....
giysen bir türlü
giymesem bir türlü....
o sıralar içimden binbir türlü Samurai'ların gölgeleri geçiyordu
dilimde ıslak Kanje metinler
明治時代 Meiji hanedanlığından kalan kırıklıklar...
Daimyo大名 bir adamın salonunda
ağırlayamamanın ağırlığıydı
seni bana çeken ......
sen koltukta öylece uzanmıştın...
başucunda kitabın....
beni görmene imkan yoktu
önce
sigarayı tutuşun
sonra dudaklarındı
beni esir alan
tek başına o koltukta yanına uzanmaktan ayrı
bir kötülük yoktu içimde....
senin de yoktu
perhabs....
bir tek Jef Costello içimde
çıkmayan bir bulut
mavi kapılar arasına sıkışmış....
bushido kitabın çalınmış
ne yaparım ben
kuş kafesinde bugün huzursuz
sebebi benim kitap olmalı.....
sonra bir kaplan uykusunda iken sen
bushido kitabına uzandım ben
dokunduğun sayfalarda sen
arıyordun bir ben
bunu bilmiyordun sen
sana oyun oynamıyordum ben.....
kojiki metinlerinde rastladım sana ben
bu bizim tarihlerimizinde ötesinde iken
tarifsiz bir hülyaydı bu.... sen ve ben.....
perhabs....
MMXII ISTANBUL & C.CERIT
A PURPLE MULLBERRY
bir purple mullberry düştü o gece
bir yıldız kaydı
ellerinden
dudaklarından
ikimizin arasından
kimsenin sesi çıkmamıştı .....
kendimi rezilce yalnız hissediyordum
cuma akşamları
nedensizce
yanlışsam
yanılmışsam
söyle
neden beni öpmedim o yağmurlu cuma akşamı
o geceden sonra
cumaları
sokakta yalnız yürüyemez oldum ben.....
her cuma gecesi
sen vardın sokaklar boyunca
sen yoktun sokaklar boyunca ......
sokak - yağmur- sen çıkmazı MMXII Mai &Istanbul
bir yıldız kaydı
ellerinden
dudaklarından
ikimizin arasından
kimsenin sesi çıkmamıştı .....
kendimi rezilce yalnız hissediyordum
cuma akşamları
nedensizce
yanlışsam
yanılmışsam
söyle
neden beni öpmedim o yağmurlu cuma akşamı
o geceden sonra
cumaları
sokakta yalnız yürüyemez oldum ben.....
her cuma gecesi
sen vardın sokaklar boyunca
sen yoktun sokaklar boyunca ......
sokak - yağmur- sen çıkmazı MMXII Mai &Istanbul
12 Mayıs 2012 Cumartesi
LANA DEL REY
bu kızla ne yapacaktım ben ....
mor bir bela türemişti kanımda
sesi bile beni delirtmekten öte
içim gidiyordu ona
kıyamıyordum
kıramıyordum
kızamıyordum
ikimizede birşeyler olmuştu
olan biteni bir anlayabilseydik
aklımı başımdan alan bu esrik haller evreninde
dünyaya kozmik bir milkyway armağan etmeyi bile düşünmüştüm.....
metamorfoz katastrofik bir hal almışken
onunla gizli gizli buluşmalarımız
tehlikeli bir mum çiçeğinin yaydığı
rayihadan bile etkiliydi
uyuşmuştum ....
Panama'da
pis bir Motel odasında
adamakıllı caçhaca kokan
rum kokan
egzotik cigar kokan
odada
o
öyle masumca
beni öldürüyordu
içindeki alien'a paralel
Parthenogenesis bir varloştu onun ki
sanki .....
herşeyin dışında
Lana'yı bu son görüşüm olmalıydı
ona nasıl söylerdim .....
içimde onunla sevişmekten başka birşey geçmiyordu
ıslak bir yatakta
ter içinde
sesi içimde kaybolurken
don't make me sad
don't make me cry ......
don't make me sad
don't make me cry
sometimes love is not enough when
the road gets though
I don't know why
keep making me laugh
let's go get high
the road is long, we carry on .....
so we should have fun in the mean time .......
Love you Lana, forever....2011 Panama City, Panama
BLOOD/ALLEGORY
kendim uzun zamandır
kendinde degil
bu icimdeki katmanlar
birbir gün ışığına çıkarken
oluşturduğu
paralel evrende
pekte
tutarlı bir yol izlememekteydi...
gerçi neydi tutarlı olan
o sıralar hayatımızda....
bu ikimizin çizdigi yolda
diğerlerinin seyirci oldugu
yada kan uyuşmazlığı olarak tanımlayabileceğimiz bir alegori sözkonusu idi......
Elmadağ yokuşunda
tek başına bırakılmış gibi hissediyordum
bu korkudan dolayı
Surg Agop hastanesinin önünden
yonümü değistirmekten
hiç te
gocunuyor gibi bir halim yoktu.....
evde içtigim tüm sigaraların kutularını biriktirme
oyunundan sıkılmış
adamakıllı başka oyunlar istiyordum....
ama bunları kimlerle oyanyabilirdim ki....
kimi kapri desem kapris yapar
kimi kimseye lütf etmez....
kimi de Mehmet Rauf romanlarındaki persona boşluğundaydı
sanki o sıralar...
başka oyunlarda bulmuştum kendime
tanımadığım insanlara garip mesajlar çekiyor
tanımadığım insanlarla buluşuyor
sonra onlarla vedalaşıyordum
bu sefer acı çekmemiş olduğumu
ya da bu duyguya alıştığımı
ya da üstesinden gelebilme yetisine kavuştuğumu
altetme ve affetme ikileminden kurtulduğumu
düşünüyordum......
başedebilme duygusunun yarattığı sansasyonel duygunun
tatminin tamahkar bir kölesi olmayı arzularken bulmuştum kendimi......
oysa ki o sıralar ne çok ta,
canım Panama bandıralı bir şilebe binip
kaçmak istiyordu
Hokkaido açıklarında fırtınaya yakalanmak
Okinawa'da karaya çıkmak,
Buenos Aires'te tango barlarda sızmak
bir Paul Auster romanında bir satırın arasına sıkışmak
sokaktan geçen bir adamın.....
boynundan kayıp düşen fuların hikayesi olmak.....
bir Chagall tablosunda köşede oturmak
ve seyretmek oradan dünyayı
küçük hazlar peşindeydim anlayacağınız
elimde olmayan
ve elimden tutmayan
nedenler sonrasında ...
içimde Tijuana'daki duvar boyunca sevişmekten yorulmuş başkaları geçiyordu.....
içimde farklı otel odalarından
oluşan yaşanmışlıklar müzesinde
tanımadığım
bintürlü konuk olduğum
nöbetler geçiyordu...
tarifsiz anılar digerlerinin üstüne akbabalar gibi üşüşmüşlerdi.....
hatta bir ara bir doktora görünmeye
tam ikna olmuştum ki....
doktor Nejat'ın tayini cıkmıstı...
sonra
tanımadığım bir Love Hotel'de
tanımadığım biriyle birlikte olmak artık eskisi gibi
çekici gelmiyordu.....
Dogen-zaka'da bildiğim birkaç mekanda
artık beni kesmiyordu....
tanıdıktı herşey.....
kleptomanyak bir arzu duyuyordum herşeye
japon ruhum sanki Haneke filmlerine düşmüştü
çekip çıkarmak zordu anlaşılan.....
Takeshita sokağında yoktum ben
Moyai anıtından uzaklaşırken
hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı
anlamıştım bunu ben
anlamıştım bunu ben .......
東京, Basho'nun izinde, MMXII
kendinde degil
bu icimdeki katmanlar
birbir gün ışığına çıkarken
oluşturduğu
paralel evrende
pekte
tutarlı bir yol izlememekteydi...
gerçi neydi tutarlı olan
o sıralar hayatımızda....
bu ikimizin çizdigi yolda
diğerlerinin seyirci oldugu
yada kan uyuşmazlığı olarak tanımlayabileceğimiz bir alegori sözkonusu idi......
Elmadağ yokuşunda
tek başına bırakılmış gibi hissediyordum
bu korkudan dolayı
Surg Agop hastanesinin önünden
yonümü değistirmekten
hiç te
gocunuyor gibi bir halim yoktu.....
evde içtigim tüm sigaraların kutularını biriktirme
oyunundan sıkılmış
adamakıllı başka oyunlar istiyordum....
ama bunları kimlerle oyanyabilirdim ki....
kimi kapri desem kapris yapar
kimi kimseye lütf etmez....
kimi de Mehmet Rauf romanlarındaki persona boşluğundaydı
sanki o sıralar...
başka oyunlarda bulmuştum kendime
tanımadığım insanlara garip mesajlar çekiyor
tanımadığım insanlarla buluşuyor
sonra onlarla vedalaşıyordum
bu sefer acı çekmemiş olduğumu
ya da bu duyguya alıştığımı
ya da üstesinden gelebilme yetisine kavuştuğumu
altetme ve affetme ikileminden kurtulduğumu
düşünüyordum......
başedebilme duygusunun yarattığı sansasyonel duygunun
tatminin tamahkar bir kölesi olmayı arzularken bulmuştum kendimi......
oysa ki o sıralar ne çok ta,
canım Panama bandıralı bir şilebe binip
kaçmak istiyordu
Hokkaido açıklarında fırtınaya yakalanmak
Okinawa'da karaya çıkmak,
Buenos Aires'te tango barlarda sızmak
bir Paul Auster romanında bir satırın arasına sıkışmak
sokaktan geçen bir adamın.....
boynundan kayıp düşen fuların hikayesi olmak.....
bir Chagall tablosunda köşede oturmak
ve seyretmek oradan dünyayı
küçük hazlar peşindeydim anlayacağınız
elimde olmayan
ve elimden tutmayan
nedenler sonrasında ...
içimde Tijuana'daki duvar boyunca sevişmekten yorulmuş başkaları geçiyordu.....
içimde farklı otel odalarından
oluşan yaşanmışlıklar müzesinde
tanımadığım
bintürlü konuk olduğum
nöbetler geçiyordu...
tarifsiz anılar digerlerinin üstüne akbabalar gibi üşüşmüşlerdi.....
hatta bir ara bir doktora görünmeye
tam ikna olmuştum ki....
doktor Nejat'ın tayini cıkmıstı...
sonra
tanımadığım bir Love Hotel'de
tanımadığım biriyle birlikte olmak artık eskisi gibi
çekici gelmiyordu.....
Dogen-zaka'da bildiğim birkaç mekanda
artık beni kesmiyordu....
tanıdıktı herşey.....
kleptomanyak bir arzu duyuyordum herşeye
japon ruhum sanki Haneke filmlerine düşmüştü
çekip çıkarmak zordu anlaşılan.....
Takeshita sokağında yoktum ben
Moyai anıtından uzaklaşırken
hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı
anlamıştım bunu ben
anlamıştım bunu ben .......
東京, Basho'nun izinde, MMXII
9 Mayıs 2012 Çarşamba
Çukurcuma'da bir Objet de Curiosité
Pera'da yürüyordum nedensiz,
Faik Paşa yokuşuna uzak,
Kelebek Korsecisine yakın bir noktada
köşebaşında bir basamak
duruyordu boş.....
iliştim kıyısına
sigara içmeliydim
başım fena halde dönüyordu
üstüne üstlük bugünlerde
başıma gelmeyen kalmamıştı
masumiyet müzesinde
aklımı,
ruhumu,
yazmaya calıştıklarımı,
düşüncelerimi,
toplamaya ,
biriktirmeye,
kaybetmeye
calıştığım herşeyi
yitirmiştim,
anlamadım bu nasıl olmuştu,
yaşamım bir curiosity box'a sığar mıydı?
buda yetmezmiş gibi
söyleyeceğim,
söylediğim
sözcüklerde kaybolmuştu......
paramparça olmuştu ruhum
üstüne
cebimde günlerdir sakladığım
kücük cigalle'den ses çıkmıyordu
nasıl yaşardım onun sesi olmadan,
hatıralar olmadan....
uzun süredir
sigara sarmaya başlamıştım,
filtre kahve içmiyordum,
Tanzanya'dan gelen kahve ile
Etiyopya'dan gelen arasındaki farkı algılayamıyordum,
coğrafı rotasyonumu kaybetmiş
batı ile doğu arasında sıkışıp kalmıştım....
yan komşularımın adlarını bile unutmuştum,
icimden onları görmeme istegi ağır basıyordu,
20 taksim 46 numaralı apartmanın her önüne geldiğimde,
tetiklenen merak duygusu gitmiş
yerini doldurulamaz bir Hooper tablosu almıştı
dedim ya garip bir haller olmuştu bana
kendim bile kendimi tanıyamıyordum.......
sonra evde yaşadığım garip kokuların
portreleri gitmis,
duvarlardaki kanje metinler silinmiş,
garip, fena halde futursuz
random bir nöbetler arifesinde
yaşanmamış beklentiler skalasında
elini uzatmaya ramak kalmışken
işte tam orada
metalik bir portakal tadı,
bölüyordu sessizliği....
amerikalılar buna olsa olsa
electric blue derdi,
kendimde güldüm bu algı frekansına.....
radyoda çalan ferahfeza makamındaki
bir ses...
nedensizce beni kapıya yönlendirmişti ki
hay aksi,dedemin fağfur kasesini bulamıyordum....
dedim ya garip bir haller evresindeydim
ben bile kendimi tanımakta zorlanıyordum......
sonra bir Erguvan düştü Göksu'ya
gölgesinde bir Hyacinth.....
bir gök gürültüsü sardı Hisar surlarını,
zeyrek'te bir gramafon ağlıyordu
Tatavla'da bir zenciyi bıçaklamıslardi,
kuyudibinde bir sette
aniden
durup dururken
bir oyuncunun sesi gitmişti,
Florence Nightingale hastanesinde bir Hemşirenin
burnu kanadı,
Mısır Apartmanındaki Galeriye cıkan
Ferdan'ın çorabı kaçmıstı.....
Sahra Pavyonundaki Zeki bileğini burkmuştu.....
yanılmıyorsan
o günlerde
Bilge'nin kedisi Korsan'da garip bir hastaliktan muzdaripti.....
nedenini bilmediğimiz
veterinerin teşhis edemediği birşeydi bu...
kırmızı çizgiler kayboldu
yarım yamalak
kambur bir gelecek geceye düşüverdi...
Marco'dan hala haber yoktu
İzmir yine yavaş yavaş sallandı,
aynı anda Sir Francis Drake Otelinin Balo salonunda
yemek yiyen Donna
bir şeylerin farkındaydı
büyük avize gidip geldi.....
San Fransisco'nun altında birşeyler oluyordu
kahkahalar, konuşmalar kesilmemişti
Donna yemeğine devam etti....
Istanbul'da ise
Belçika'lı insanlar hayatımıza girip çıkıyordu
birisi benimle hep aynı fikirleri paylaşıyordu
diğeri suskun,
gözlemlediklerinden kafası karışmış....
içiyordu....
bir diğerinin sürekli midesi bulanıyordu...
bir diğeri ise ısrarla fransızca konuşurken
bir flaman edası yapışmıştı yakasına ....
bense kendi halimde
icimdeki ötekini koruyamıyordum
kendimden,
olamadıklarımdan.....
arada aklıma
Avignon'daki nehir giriyor
suları bulandırıyor
bitmemiş köprüde
beni yarı yolda bırakıyordu
sonra ılık bir rüzgar esti....
basamağın diger köşesine oturdun
sessizce
teninin kokusu girdi önce
sonra nefes alışın
caddede geçenler gorünmez oldu.....
ben o günlerde kurban rolünü oynuyordum
bir karafatma nöbeti içinde
kafkakesk bir melodi
bahara rağmen
geçmek bilmeyen
almanca çökmüştü üstüme
dilimde ağır bir pil tadı
sonra.... sen işte
oturdun diger köşeye
İzmir'liydin
ana adı Nükhet
baba adı Şevket
Selanik'li bir ailenin bir tek oğluydun
gözlerin mavi
daha bir gökyüzü tonlarına çalan
ellerinden açık
dudaklarındanda açık
teninden koyu .....
neden o köşeye oturdun sen
o gün anlamadım
neden bilmediğim bir dilde konuşmuyordun
keske Mandarin konuşsaydın
yada ne bileyim
Urdu
o zaman kaçınılabilinirdi
kaçılabilinirdi
naçar bırakılabilinirdi
yazılmış olan....
ama sen orada oturmayı tercih etmiştin
beni tecrit altında bırakmaktan
pekte kaçınmayan bir halin vardı senin...
henüz tehlikenin farkında değildin,
nedenlerini sıralamak düşmezdi bana
sense henüz içine düştüğün belanın uzağında
sokuluyordun
çekiliyordun
seriliyordun
önümden
ötekinden.....
MMXII % IV Istanbul C.CERIT
Faik Paşa yokuşuna uzak,
Kelebek Korsecisine yakın bir noktada
köşebaşında bir basamak
duruyordu boş.....
iliştim kıyısına
sigara içmeliydim
başım fena halde dönüyordu
üstüne üstlük bugünlerde
başıma gelmeyen kalmamıştı
masumiyet müzesinde
aklımı,
ruhumu,
yazmaya calıştıklarımı,
düşüncelerimi,
toplamaya ,
biriktirmeye,
kaybetmeye
calıştığım herşeyi
yitirmiştim,
anlamadım bu nasıl olmuştu,
yaşamım bir curiosity box'a sığar mıydı?
buda yetmezmiş gibi
söyleyeceğim,
söylediğim
sözcüklerde kaybolmuştu......
paramparça olmuştu ruhum
üstüne
cebimde günlerdir sakladığım
kücük cigalle'den ses çıkmıyordu
nasıl yaşardım onun sesi olmadan,
hatıralar olmadan....
uzun süredir
sigara sarmaya başlamıştım,
filtre kahve içmiyordum,
Tanzanya'dan gelen kahve ile
Etiyopya'dan gelen arasındaki farkı algılayamıyordum,
coğrafı rotasyonumu kaybetmiş
batı ile doğu arasında sıkışıp kalmıştım....
yan komşularımın adlarını bile unutmuştum,
icimden onları görmeme istegi ağır basıyordu,
20 taksim 46 numaralı apartmanın her önüne geldiğimde,
tetiklenen merak duygusu gitmiş
yerini doldurulamaz bir Hooper tablosu almıştı
dedim ya garip bir haller olmuştu bana
kendim bile kendimi tanıyamıyordum.......
sonra evde yaşadığım garip kokuların
portreleri gitmis,
duvarlardaki kanje metinler silinmiş,
garip, fena halde futursuz
random bir nöbetler arifesinde
yaşanmamış beklentiler skalasında
elini uzatmaya ramak kalmışken
işte tam orada
metalik bir portakal tadı,
bölüyordu sessizliği....
amerikalılar buna olsa olsa
electric blue derdi,
kendimde güldüm bu algı frekansına.....
radyoda çalan ferahfeza makamındaki
bir ses...
nedensizce beni kapıya yönlendirmişti ki
hay aksi,dedemin fağfur kasesini bulamıyordum....
dedim ya garip bir haller evresindeydim
ben bile kendimi tanımakta zorlanıyordum......
sonra bir Erguvan düştü Göksu'ya
gölgesinde bir Hyacinth.....
bir gök gürültüsü sardı Hisar surlarını,
zeyrek'te bir gramafon ağlıyordu
Tatavla'da bir zenciyi bıçaklamıslardi,
kuyudibinde bir sette
aniden
durup dururken
bir oyuncunun sesi gitmişti,
Florence Nightingale hastanesinde bir Hemşirenin
burnu kanadı,
Mısır Apartmanındaki Galeriye cıkan
Ferdan'ın çorabı kaçmıstı.....
Sahra Pavyonundaki Zeki bileğini burkmuştu.....
yanılmıyorsan
o günlerde
Bilge'nin kedisi Korsan'da garip bir hastaliktan muzdaripti.....
nedenini bilmediğimiz
veterinerin teşhis edemediği birşeydi bu...
kırmızı çizgiler kayboldu
yarım yamalak
kambur bir gelecek geceye düşüverdi...
Marco'dan hala haber yoktu
İzmir yine yavaş yavaş sallandı,
aynı anda Sir Francis Drake Otelinin Balo salonunda
yemek yiyen Donna
bir şeylerin farkındaydı
büyük avize gidip geldi.....
San Fransisco'nun altında birşeyler oluyordu
kahkahalar, konuşmalar kesilmemişti
Donna yemeğine devam etti....
Istanbul'da ise
Belçika'lı insanlar hayatımıza girip çıkıyordu
birisi benimle hep aynı fikirleri paylaşıyordu
diğeri suskun,
gözlemlediklerinden kafası karışmış....
içiyordu....
bir diğerinin sürekli midesi bulanıyordu...
bir diğeri ise ısrarla fransızca konuşurken
bir flaman edası yapışmıştı yakasına ....
bense kendi halimde
icimdeki ötekini koruyamıyordum
kendimden,
olamadıklarımdan.....
arada aklıma
Avignon'daki nehir giriyor
suları bulandırıyor
bitmemiş köprüde
beni yarı yolda bırakıyordu
sonra ılık bir rüzgar esti....
basamağın diger köşesine oturdun
sessizce
teninin kokusu girdi önce
sonra nefes alışın
caddede geçenler gorünmez oldu.....
ben o günlerde kurban rolünü oynuyordum
bir karafatma nöbeti içinde
kafkakesk bir melodi
bahara rağmen
geçmek bilmeyen
almanca çökmüştü üstüme
dilimde ağır bir pil tadı
sonra.... sen işte
oturdun diger köşeye
İzmir'liydin
ana adı Nükhet
baba adı Şevket
Selanik'li bir ailenin bir tek oğluydun
gözlerin mavi
daha bir gökyüzü tonlarına çalan
ellerinden açık
dudaklarındanda açık
teninden koyu .....
neden o köşeye oturdun sen
o gün anlamadım
neden bilmediğim bir dilde konuşmuyordun
keske Mandarin konuşsaydın
yada ne bileyim
Urdu
o zaman kaçınılabilinirdi
kaçılabilinirdi
naçar bırakılabilinirdi
yazılmış olan....
ama sen orada oturmayı tercih etmiştin
beni tecrit altında bırakmaktan
pekte kaçınmayan bir halin vardı senin...
henüz tehlikenin farkında değildin,
nedenlerini sıralamak düşmezdi bana
sense henüz içine düştüğün belanın uzağında
sokuluyordun
çekiliyordun
seriliyordun
önümden
ötekinden.....
MMXII % IV Istanbul C.CERIT
30 Nisan 2012 Pazartesi
BEN THALSSOKTRATOR, PAPAZ DİMİTRİ OKŞAR BAŞIMI
BEN THALSSOKTRATOR, PAPAZ DİMİTRİ OKŞAR BAŞIMI
Laleler açtı bugünlerde
Nisan yagmurları soluksuz,
kent alabildigine dolu
ruhum kadar ............
yanı basımda yetim hayaller
beslemekten yorgun düsmüs
büyük yalnızlıklar bunlar
kimsenin bilmedigi
yarınlar derin sızıları gizlerken,
Hemingway yok ortalıklarda
yaran henuz kapanmamısken.....
bir Howard Hawks filminde olmalıydım ben
sürüklenirken bilmedigim limanlara
eski adımı hatırlamakta zorlanırken ......
Thalassokrator
birde ünvanım olmalı eskilerden kalan
protonobilissimus....
ise yaramayan bugünlerde,
herneyse......
Macau bile çok uzakken
Katanam çaresizken
Istanbul kotü bir sevgili rolünde bugün
Bahar geldi
yalnızlıklar aynı
giderek çogalan,
Arnavutkoy'de yetim bir Rumum ben
Papaz Dimitri oksar basımı
karakoldakilerden korkmam ben
nede olsa Papaz Dimitri var.....
20 yasında anlamayan
otuzunda yalpalayan
ee 40' ına su kadar kalmısken
hem anlamayan hem yalpalayan
birde üstüne kayıp .....
anlamıyorum hiçbirseyi
yaratıcı ruhlar tuzaklardan hoslanırken
handikaplar kapı onünde bırakılmısken.....
Istanbul April, MMXII
Laleler açtı bugünlerde
Nisan yagmurları soluksuz,
kent alabildigine dolu
ruhum kadar ............
yanı basımda yetim hayaller
beslemekten yorgun düsmüs
büyük yalnızlıklar bunlar
kimsenin bilmedigi
yarınlar derin sızıları gizlerken,
Hemingway yok ortalıklarda
yaran henuz kapanmamısken.....
bir Howard Hawks filminde olmalıydım ben
sürüklenirken bilmedigim limanlara
eski adımı hatırlamakta zorlanırken ......
Thalassokrator
birde ünvanım olmalı eskilerden kalan
protonobilissimus....
ise yaramayan bugünlerde,
herneyse......
Macau bile çok uzakken
Katanam çaresizken
Istanbul kotü bir sevgili rolünde bugün
Bahar geldi
yalnızlıklar aynı
giderek çogalan,
Arnavutkoy'de yetim bir Rumum ben
Papaz Dimitri oksar basımı
karakoldakilerden korkmam ben
nede olsa Papaz Dimitri var.....
20 yasında anlamayan
otuzunda yalpalayan
ee 40' ına su kadar kalmısken
hem anlamayan hem yalpalayan
birde üstüne kayıp .....
anlamıyorum hiçbirseyi
yaratıcı ruhlar tuzaklardan hoslanırken
handikaplar kapı onünde bırakılmısken.....
Istanbul April, MMXII
15 Ocak 2012 Pazar
SiCiILYA’DA LiMONLARA SORMA BENi
ustumde Eos’un parmaklari
boyamisti gokyuzunu fusyayla suzulen lila tonlarina,
yuruyordum ben hallerine,
benden bir ben cikaramamin yarattigi kaosla birlikte,
Richter olceginde ambigui bir scalada,
Monreale katedrali yikilirken ustume,
Conca D’ora vadisinden cikis yok,
Isa beni heryerde takip ederken,
bu adada hapsolmustum…..
Siracusa sokaklarinda
Caravaggio ustume cokmus bekliyor,
lanet olasi gunes tenimde
Venere Kalesi yanibasimda dikiliyor,
Norman istilasindan geriye ne kaliyor,
bilmiyorum,
bilmiyorum….
adadayim,
bir basima………….
Aah Sicilia………
Taormina & Italia …….MMIX
14 Ocak 2012 Cumartesi
iste oyle gunler birbirini kovalarken
...........iste oyle gunler birbirini kovalarken
Onu tanidigim ilk gun,
Karakoy aciklarindan gecen takalara atlamamak icin
kendimi zor tuttutgum bir gundu,
yanimda Fasli bir kadin,
onun askina taniklik ettigim sahilde gecen bir gece
adamakilli sarhosluga sigindigim,
bulanik sularinin altinda gizlenen Theodora’nin ruhu,
sularin altinda gizlenmis inci mabetler,
kiyida ise insanlar,
surlarin kenarina birakilmis
hic okunmamis mektuplar,
bos sarap siseleri,
tum bunlara anlam veremeyen, ,
Mavi terastan olanlari izleyen kucuk potukareli kiz,
terkedilmis tersaneden yanisiyan isiklar,
arkada koca Suleymaniye,
tepeden bize bakan Roxelena,
yanibasimda kendi yalnizligim,
ote tarafta kendine yetmez hallerimin cekilmezligi,
ayagimda eski bir jean,
kafamda hayaliyle bogustugum,
anlari kurguladigim,
adimlarini ezberledigim,
kendimi kurdugum adam……….
son yaz aksamlari,
kokulari pekte ayirt edemedigim,
algilamakta gucuk cektigim,
sahile vuran ilik dalgalar,
iste gunler boyle birbirini kovalarken,
ben elim kolum bagli,
oylece akarken sular,
bir gun….
bir kadin girdi hayatima,
Modigliani ile Boticelli kadininin arasinda kalan,
bir Canova heykelinin klasizmiyle birlesen
Degas’nin
hicbir zaman cizmedigi
bir portre,
donmustu an ve mekan
Istanbul orali bile olmamisti,
sari bir taxi gecti,
sofor uykusuzdi belli,
geciyordu hersey kendinden,
olmadiklari hallerden,
benligimden,
bense, ben ….
oysa,
bugun ruhum karakoy’den geciyordu,
gecerken oradan oraya kosturan bir cocuktum ben,
bedenimde Kanje metinler tasiyan,
belkide o yuzden uzaktim herseye,
Zack’in sesi kulaklarimda yankilandi,
bir yasli vapurla birlikte,
o an hic bir kokuyu goremiyordum,
cocuklugumda
Kemeraltinda ,
elini tutarken anneannemin,
sicakligi bulasti bir an,
o kokulari animsamayi hayal ettim,
kokular onu takip etmemisti,
her gectigimiz sokaktaki kokulari gorebilirdim bir zamanlar,
yitiriyordum yetilerimi,
yerine koyamadan hicbirseyi,
tipki yerine koyamadagim annemin yoklugu,
yerine koyamadigim Aya Yorgi koyunda gunesin dogusu gibi….
Istanbul & MMXI
Kasim soguklar yeni baslamisti, ben yoktum orada
Onu tanidigim ilk gun,
Karakoy aciklarindan gecen takalara atlamamak icin
kendimi zor tuttutgum bir gundu,
yanimda Fasli bir kadin,
onun askina taniklik ettigim sahilde gecen bir gece
adamakilli sarhosluga sigindigim,
bulanik sularinin altinda gizlenen Theodora’nin ruhu,
sularin altinda gizlenmis inci mabetler,
kiyida ise insanlar,
surlarin kenarina birakilmis
hic okunmamis mektuplar,
bos sarap siseleri,
tum bunlara anlam veremeyen, ,
Mavi terastan olanlari izleyen kucuk potukareli kiz,
terkedilmis tersaneden yanisiyan isiklar,
arkada koca Suleymaniye,
tepeden bize bakan Roxelena,
yanibasimda kendi yalnizligim,
ote tarafta kendine yetmez hallerimin cekilmezligi,
ayagimda eski bir jean,
kafamda hayaliyle bogustugum,
anlari kurguladigim,
adimlarini ezberledigim,
kendimi kurdugum adam……….
son yaz aksamlari,
kokulari pekte ayirt edemedigim,
algilamakta gucuk cektigim,
sahile vuran ilik dalgalar,
iste gunler boyle birbirini kovalarken,
ben elim kolum bagli,
oylece akarken sular,
bir gun….
bir kadin girdi hayatima,
Modigliani ile Boticelli kadininin arasinda kalan,
bir Canova heykelinin klasizmiyle birlesen
Degas’nin
hicbir zaman cizmedigi
bir portre,
donmustu an ve mekan
Istanbul orali bile olmamisti,
sari bir taxi gecti,
sofor uykusuzdi belli,
geciyordu hersey kendinden,
olmadiklari hallerden,
benligimden,
bense, ben ….
oysa,
bugun ruhum karakoy’den geciyordu,
gecerken oradan oraya kosturan bir cocuktum ben,
bedenimde Kanje metinler tasiyan,
belkide o yuzden uzaktim herseye,
Zack’in sesi kulaklarimda yankilandi,
bir yasli vapurla birlikte,
o an hic bir kokuyu goremiyordum,
cocuklugumda
Kemeraltinda ,
elini tutarken anneannemin,
sicakligi bulasti bir an,
o kokulari animsamayi hayal ettim,
kokular onu takip etmemisti,
her gectigimiz sokaktaki kokulari gorebilirdim bir zamanlar,
yitiriyordum yetilerimi,
yerine koyamadan hicbirseyi,
tipki yerine koyamadagim annemin yoklugu,
yerine koyamadigim Aya Yorgi koyunda gunesin dogusu gibi….
Istanbul & MMXI
Kasim soguklar yeni baslamisti, ben yoktum orada
CAMPARI & LONDRA
CAMPARI & LONDRA
Warvick Avenue’ye yakin biryerlerde
bulusurduk kimi zaman,
Duffy’in sarkilarindaki gibi,
Adele yoktu o siralar,
Formosa Sokaginda,
yemek yerdik arada,
kanal kiyisinda beni dinlerdin
bazi zamanlar ben seni,
ben Campari icerdim,
buzlu, portakal suyuyla
bazende Hoeggaarden birlikte,
limonlu,
sende yeni aliskanliklar edinmistin,
hic sorgulamadan,
seviyordun bu uzun yuruyusleri,
seviyordun amerottoyu,
yaptigim yemekleri,
seviyordun,
mango chutney’li orzoyu,
aslinda sen farkinda degildin,
ama,
seviyordun beni,
kanal boyunca bende seni sevdim,
tum botlarda adini arardim,
anlamsizdi bu benim yaptigim,
o sira zaten ne anlamliydi ki,
Italyan Mahallesinde,
French Theatre’da komedi zamaniydi,
Sokaklar boyu anglo-saxon yalnizliklarda,
bir Turk olmak batardi askimiza,
iste o yuzden elimi tutmadin sen hicbirzaman …
MMIX & Hampstead & London , La Dolce Vita e Amoretto e L’Amore , C.CERITH
Warvick Avenue’ye yakin biryerlerde
bulusurduk kimi zaman,
Duffy’in sarkilarindaki gibi,
Adele yoktu o siralar,
Formosa Sokaginda,
yemek yerdik arada,
kanal kiyisinda beni dinlerdin
bazi zamanlar ben seni,
ben Campari icerdim,
buzlu, portakal suyuyla
bazende Hoeggaarden birlikte,
limonlu,
sende yeni aliskanliklar edinmistin,
hic sorgulamadan,
seviyordun bu uzun yuruyusleri,
seviyordun amerottoyu,
yaptigim yemekleri,
seviyordun,
mango chutney’li orzoyu,
aslinda sen farkinda degildin,
ama,
seviyordun beni,
kanal boyunca bende seni sevdim,
tum botlarda adini arardim,
anlamsizdi bu benim yaptigim,
o sira zaten ne anlamliydi ki,
Italyan Mahallesinde,
French Theatre’da komedi zamaniydi,
Sokaklar boyu anglo-saxon yalnizliklarda,
bir Turk olmak batardi askimiza,
iste o yuzden elimi tutmadin sen hicbirzaman …
MMIX & Hampstead & London , La Dolce Vita e Amoretto e L’Amore , C.CERITH
PRIMROSE HILL & GREENBERRY HILL
PRIMROSE HILL & GREENBERRY HILL
sen ruyalarima girmistin,
suretin hic cikmiyordu icimden,
derin bakar olmustum bu gunlerde,
dalip dalip gidiyordum,
sebeb aramaktan yorulmus,
bir agacin yanina uzanmistim,
oyle boylu boyunca,
hayalini kurmustum hep bu anin,
yapraklar gozlerimin onunden suzuluyordular,
o gokyuzu,
en tatli gozyuzuydu sanki,
sonra Primrose Hill’de bulustugumuz gun geldi aklima,
bana verdigin en guzel hediye olmaliydi,
yani basinda uzanmak gokkubbe altinda,
ayaklarimin altinda Londra,
yanimda sen,
tutusmayan ellerimiz,
kacirdigimiz gozlerimiz,
ve biz ……
kimseler bilmiyordu bizi,
ben bile bilmiyordum,
bir tek Londra sahitti,
ve o guneye bakan yamactaki
soldan yedinci agac,
adini bilmedigim,
sana sormaktan cekindigim,
kafami kurcalayan
Sir Edmund Berry Godfrey'in esrarengiz olumu,
senin kafanda Medusa'nin saclari.....
senin mavi t-shirt’un
benim japon saatim vardi,
sen incir yerken,
ben ikinci sigarayi iciyordum,
senin guneste tenin daha bir koyulasirken,
benim tenim hic olmadigi kadar beyazdi
benim elimde bir Walt Whitman kitabi,
senin elinde olmayan nedenler,
sen beni seviyordun,
ama hic soylemiyordun,
ben seni seviyordum,
ama bende soylemiyordum
ne komikti hallerimiz,
bizi esir alan sanki Viktoryen bir gecmis,
bir E.M.Foster karesi,
Burlington Pasajinda unttugumuz semsiye misali,
eski Tea Room’lardaki porselen fincanlar,
kucuk kanepeler,
yasli teyzeler,
Hampstead tepelerinde at kestaneleri,
yazin parkin kosesindeki Kibrisli dondurmaci,
Madam Jojo’nun peruklari,
Aklimdan ellerin
gecerken,
gozumun onunden Thames,
oysa bu gozler oksanacak seyler ararken,
Dante'nin soyledileri dogru mu?
Ruyamidir omrumuzun gogune sinen,
butun hikayeler geciyorken omrumuzden
Thames'in altindan ustunden,
onlara eslik eden kaz suruleri,
ve Wilde, ve Ilhan
digerleriyle birlikte,
yolumuzun Zafer Takini bile goremezken....
ahh ne guzel birseymis
hic tutmadigim ellerinin
hayaliyle yurumek Hampstead sokaklarinda ……
MMIX & Hampstead & London , ilik bir yaz ve L’Amore , C.CERITH
sen ruyalarima girmistin,
suretin hic cikmiyordu icimden,
derin bakar olmustum bu gunlerde,
dalip dalip gidiyordum,
sebeb aramaktan yorulmus,
bir agacin yanina uzanmistim,
oyle boylu boyunca,
hayalini kurmustum hep bu anin,
yapraklar gozlerimin onunden suzuluyordular,
o gokyuzu,
en tatli gozyuzuydu sanki,
sonra Primrose Hill’de bulustugumuz gun geldi aklima,
bana verdigin en guzel hediye olmaliydi,
yani basinda uzanmak gokkubbe altinda,
ayaklarimin altinda Londra,
yanimda sen,
tutusmayan ellerimiz,
kacirdigimiz gozlerimiz,
ve biz ……
kimseler bilmiyordu bizi,
ben bile bilmiyordum,
bir tek Londra sahitti,
ve o guneye bakan yamactaki
soldan yedinci agac,
adini bilmedigim,
sana sormaktan cekindigim,
kafami kurcalayan
Sir Edmund Berry Godfrey'in esrarengiz olumu,
senin kafanda Medusa'nin saclari.....
senin mavi t-shirt’un
benim japon saatim vardi,
sen incir yerken,
ben ikinci sigarayi iciyordum,
senin guneste tenin daha bir koyulasirken,
benim tenim hic olmadigi kadar beyazdi
benim elimde bir Walt Whitman kitabi,
senin elinde olmayan nedenler,
sen beni seviyordun,
ama hic soylemiyordun,
ben seni seviyordum,
ama bende soylemiyordum
ne komikti hallerimiz,
bizi esir alan sanki Viktoryen bir gecmis,
bir E.M.Foster karesi,
Burlington Pasajinda unttugumuz semsiye misali,
eski Tea Room’lardaki porselen fincanlar,
kucuk kanepeler,
yasli teyzeler,
Hampstead tepelerinde at kestaneleri,
yazin parkin kosesindeki Kibrisli dondurmaci,
Madam Jojo’nun peruklari,
Aklimdan ellerin
gecerken,
gozumun onunden Thames,
oysa bu gozler oksanacak seyler ararken,
Dante'nin soyledileri dogru mu?
Ruyamidir omrumuzun gogune sinen,
butun hikayeler geciyorken omrumuzden
Thames'in altindan ustunden,
onlara eslik eden kaz suruleri,
ve Wilde, ve Ilhan
digerleriyle birlikte,
yolumuzun Zafer Takini bile goremezken....
ahh ne guzel birseymis
hic tutmadigim ellerinin
hayaliyle yurumek Hampstead sokaklarinda ……
MMIX & Hampstead & London , ilik bir yaz ve L’Amore , C.CERITH
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)